Mahallenin Karanlık Sokaklarında Bir Var Olma Savaşı

| February 23, 2015 | 0 Comments

elvan akbayİlker… Bizim direnişçi mahallemizde tesadüfen tanıdığım – iyi ki de tanıdığım – genç adam. Her zamanki hayat koşuşturmacası içinde, iki elimde alışveriş poşetleriyle hızla önünden geçtiğim sırada gözüme takılan, portakal kasasından bozma küçük bir sokak tezgâhının ardında, başını önüne eğmiş bir delikanlı.

Sürekli sohbet halinde olduğum iç sesim bile “dur” deme fırsatı bulamadan bana, geri dönüp yanına gitmiştim, İlker’in. Birkaç dakika boyunca açmış olduğu tezgâhın üzerindeki DVD’lere baktığım halde beni fark etmemişti. Kucağındaki her ne ise, çok derin bakıyordu ona. Dikkatini çekmek üzere hafifçe öksürdüğüm anda da sıçramış, beni fark etmemiş olmanın mahcubiyetiyle çekingen bir gülümseme konuvermişti yüzüne, bir yandan “özür dilerim, dalmışım da…” derken.

İlker… Yaşıtlarımla aşağı yukarı aynı dönemde anne olmuş olsaydım, çocuğum olabilecek yaştaki bu hayat savaşçısına, hiç âdetim olmadığı halde “orada, tezgâhın arkasında ne yapıyorsun da bu kadar dalgınsın çocuğum?” diye soruvermiştim bile, merakla. Son derece terbiyeli bir şekilde “Tekrar özür dilerim, kitap okuyordum” dediğinde ise, onun artık zaman zaman yanına uğrayıp derin sohbetlere dalacağım, kitap değiş tokuşu yapacağım, fikir alış verişleri sırasında aynı yolda yürüyüp birlikte düzene karşı çıkabileceğim bir insan olacağını hissetmiştim.

Güzel kitaplar okuyor, güzel müzikler dinliyordu, İlker. Evinde kedileri de varmış. Kazandığı üç kuruşla, yakınlardaki bir bakkaldan aldığı mamalarla sokak hayvanlarını beslerdi. Nicedir kitaplığımda beklettiğim bir kitabı onun sayesinde hatırlayıp okumuştum. Aynı evi paylaştığı sevdası Deniz’in üniversitede okuyabilmesi için sabah-akşam, kar-kış demeden var gücüyle çalışıyordu, Ankara ayazında. Kimi zaman yalnız, kimi zaman da oğlumla birlikte yanına uğruyor, şakalaşıyor, sohbet ediyor ve beğendiğimiz DVD’leri alıyorduk. Her defasında mutlaka bir ya da iki DVD hediye edecek kadar da zengin gönüllüydü. Biz de bazen bir çikolata alıyor ya da yılbaşı gibi özel günlerde minicik hediyeler veriyorduk ona, güzel dileklerimizle birlikte. Daha derin gülümsüyordu, o anlarda.

Düşüncelerinin aydınlığı ve bu genç yaşındaki bilgi birikimi beni çok etkilemişti. Ama o anlatana kadar, üniversiteyi kazanacak donanımı olduğu halde, neden okulda değil de bu tezgâhın ardında olduğunu sormadım ona. Sormak da istemedim. Işık saçan yüreğinin pencereleri olan gözlerinden birini kaybetmişti, karıştığı bir kavgada. Hani kırk yıl düşünse insan, böylesi güzel bir çocuğun, değil kanla final yapan bir kavgaya karışabileceğini tahmin etmek, sesini bile yükseltebileceğine ihtimal vermez. Üstelik hapishanenin de nasıl bir yer olduğunu çok iyi biliyordu.

Bir gün tezgâhtaki filmleri incelerken, uzun paltolu bir adam hışımla yanımıza gelmiş ve hakaretlerle birlikte İlker’i azarlamaya başlamıştı, korsan cd satmanın kanun dışı olduğunu haykırarak. Annelik içgüdüsüyle mi, yoksa şiddet karşıtlığımdan mı bilinmez, adı her ise işte, gözlerimden kıvılcımlar saçarak İlker’in önüne geçmiş ve o adama, haklı bile olsa bir insanla konuşurken kullanması gereken üslubu öğretmiştim, bıçak gibi sözlerimle. Adam uzaklaşırken, başını önüne eğerek teşekkür etmişti İlker, utançla.

Bu olaydan sonra, daha bir evlat oldu bana, daha sıcak gülümsedi. Belki de öyle görmek istediğimden midir nedir, tezgâha her yaklaştığımda daha içten ışıldadı gözleri. İletişimimiz kesilene dek efendiliğinden hiç ödün vermedi İlker. “Siz”den “sen”e, “hanım”dan “abla” ya da “teyze”ye hiç geçmedi. Geçse de hiç önemi yoktu gerçi. Sokakların bu mücadeleci çocuğu, küçücük yaşında anne-babasını yitirdiği halde kimden almıştı bu terbiyeyi, hiç öğrenemedim.

… Ve üç, dört yıl önce, soğuk, sisli, karların buza kestiği kapkara bir Ankara akşamında, bereleri gözlerine kadar inmiş, kalın, kürklü montlarının yakalarını kaldırmış dört adamın İlker’in çevresini sarmış olduklarını gördüm. Çelimsiz yapısıyla neredeyse kaybolmuştu aralarında. Tam onlara doğru yürürken ben, İlker’in adamların arasından çıkardığı eliyle bana oradan uzaklaşmamı işaret ettiğini fark ettim. Umursamadım. Beni görünce karanlık bakışlı adamlardan biri döndü ve “Bu adamı tanıyor musunuz? Buradan alışveriş yapıyor musunuz?” diye gürledi. Ben cevaplamaya fırsat bulamadan, İlker o insan yığınının arasından fırladı ve bu sefer de o benim önüme geçerek “Hayır, ben bu hanımefendiyi hiç görmedim. Tanımıyorum” dedi. Adamlardan biri koluma girip, çekiştirerek oradan uzaklaştırdı beni. Şaşkınlığım geçince kolumu hafifçe silkeleyerek adamdan kurtuldum ve “Siz kimsiniz?” diye sordum. Bana sivil polis olduğunu ve evime gitmemi söyledi. Tam o sırada İlker’in dehşetle açılmış gözlerini gördüm. “Lütfen gidin buradan. Sizi tanımıyorum” diye sesleniyordu bana. Sivil polis olduğunu söyleyen adama “Burada ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama bildiğim tek şey var, o da bu çocuğun çok iyi bir insan olduğudur. O mahallemizin çocuğudur” diyebildim sadece. Vosvosuma kadar götürdü beni adam. Gidişimi izledi. Sonra da karanlıkta yitti, gitti.

Kim bilir, İlker ne tür bir tehlikeden korumuştu beni. Belki de o uzun paltolu adama karşı çıkmış olmamdan dolayı kendini borçlu hissetmiş ve minnetini bu şekilde ifade etmişti. Ya da o herkese karşı hep böyleydi, bilemiyorum. Sanırım sonuncu varsayımım, en doğrusu. İlker böyle bir insan olarak doğmuştu.

Karanlıkta yok olan ne çok aydınlık var, hayatlarımızda. Önünden yürüyüp geçtiğimiz, hiç fark etmediğimiz, görmediğimiz…

Bu, İlker’i son görüşüm oldu.

 

 

21 Aralık 2014

Category: Deneme, Köşe Yazıları, Yazın

Leave a Reply