YAŞAR KEMAL / Nihat Ziyalan
Kasaplar Çarşısı’ndan, çengellere asılı mezhabayı geçip, sola döndüm. Hedefim, sebze pazarına giden yolun üstünde, Mestan Hamamı’nın yanındaki kebapçı. Köşedeki bülbül yuvası dükkanından başını uzattı, Arap kökenli Tatlıcı Edi Kemal. “Ne o yiğenim, datlı yemeden mi gidiyon?” Tatlıya ‘datlı’ diyen Edi Kemal’e onun gibi burnumdan konuşarak, “Edebiyat öğretmenimle kafa çekmeye gidiyorum” diyecektim, vaz geçtim. Ne de olsa Mavi Köşe’nin sahibi, Boşnak, Tatlıcı Şevket gibi (Kıvanç Tatlıtuğ’un dedesi) Adana’mızın sayılı tatlıcılarındandı. Yetmiş iki milletten insanı kardeş kardeş barındıran, canım Adana! “Kebaba gidiyorum! Dönüşte uğrarım!”
Lise öğretmenlerimin çevrelediği masanın hezimete uğramış bir görüntüsü vardı. Kebaplar lüpletilmiş, içkiye meyve eşlik ediyordu. Daha okuldayken “sen şair adamsın boşver gerisini” diyen edebiyat öğretmenim, yanına oturmam için sandalyeyi sürdü. “İşte şairimiz de geldi.” Askerden terhis olur olmaz Adana Belediye Tiyatrosu’na aktör olarak girmiştim. Boş zamanlarımda yardım ettiğim kitapçıya haber yollamıştı, “Akşama kebapçıya gelsin!” Acılı beytim şıp önümde, sormadan bardağıma da şarap konulmuştu. İsmet Yoğurtçu, Ekrem Sezi, Mahir Oruç, edebiyat öğretmenim Enver Mücen; her zamanki gibi derin bir konuyu deşiyordu: “Kafka soyut bir yazar mı?” Susarak onların sohbetine katıldım. Enver bey bir ara bana döndü “bizim İnce Memed’le seni konuştuk.”
Kebapçı faslından birkaç gün sonra; kitapçı dükkanına adım ünlendi! Dükkanın vitrinini zangırdatan ses sopa gibi değil, gümbür gümbürdü. Öğle sıcağı Dörtyol Ağzı’nın kalabalığını gölgeye sürmüştü. Kaldırımdaki ufak tefek kadının, bir çocuk gibi elinden tuttuğu yarım dünyayı hemen tanımıştım. İnce Memed adlı romanı dükkana gelir gelmez kapışılan, gazetelerde boy boy resimleri çıkan Yaşar Kemal’di. Yarı beline gelen cin bakışlı kadını gurur duyarak tanıştırdı “Tilda!” Yahudi karısının onun her şeyi olduğunu gene gazetelerden okumuştum. Yahudi arkadaşlarım vardı. Bu yüzden hayran hayran baktım aslan terbiyecisi gibi duran Tilda’ya.
Yeni Ufuklar’da çıkan şiirlerimi göstermiş Vedat Günyol. Yılmaz Pütün’den de (Güney) bahsetmiş ona. Edebiyat öğretmenimiz de adımızı söyleyince bizi tanımak istemiş. Bakışlarında kalıbımın onu hiç ilgilendirmediğini hemen anladım. Sanki iç dünyama bir makine bağlamış, sorduğu sorulara verdiğim yanıtları kafasının içindeki dosyaya işliyordu. Adanalılara özgü sohbet havasında, öyle bir mavrayla soruyordu ki sorularını, içtenliğinden ötürü, neyim var neyim yoksa döküyordum ortaya.
Yılmaz’ın başka elbisesi olmadığı için hep lacisini giydiğini söyleyince ”fazla giyilmekten parlar!” dedi. “O yüzden pantolu iki tane yaptırmış.” Bu sözlere gülünür mü? Vallahi, tam mavraya yakışacak kahkahalar attı. Tilda hanım da, yavaş ol dercesine elini çekiştirdi. Anamın Kürt olduğunu ama Kürtçe bilmediğimi söyleyince çok üzüldü. “Kürtçe’nin içinde koyunlar meler, bülbüller öter, binbir renkte kelebekler uçar . Ama hepsi de hüzünle!”
“İnce Memed’i de işte böyle okudum.” “Nasıl yani?” “Şiir gibi.”
Peki buna gülünür mü? Aslan kükremesini andıran kahkahasını, elini sertçe çekiştiren Tilda hanım kesti. ‘Eşkalinin şifresi’ artık bende dercesine omzuma vurdu, görünmez makinenin görünmez fişini çekti Yaşar Kemal.
Koltuklarının altına karpuz sığmayan biri gibi arkalarından bakarken, karşıdaki Asmaaltı Kebapçısı’na niçin davet etmedim diye hayıflandım. O zaman kitapçı dükkanına kim bakacaktı şalgam kafa!
Sidney’in kışı çekilmez değildir. Gene de bir Adanalı olarak Türkiye tatilimi, soğuktan kaçmak için kışa getiririm. Çünkü buranın kışı oranın yazına denk gelir. 2009 yılında Günışığı Kitaplığı editörleriyle buluşmak için Taksim’deki bir yarı-açık kahvede sözleşmiştik. Sohbetlerine doyum olmayan Müren Beykan, Mine Soysal, Hande Demirtaş’ın bu kez keyifleri yoktu. Kemal Özer’in öldüğünü öğrenince benim de keyfim kaçtı. Birkaç yere telefon ederek cenazenin kalkacağı yeri saptadılar benim için. Canım-ciğerim Erdoğan Yeşilyurt’a haberi verince “hemen geliyorum” dedi.Sidney’deyken Kemal Özer’le yazışmış, geldiğimde İstanbul’da buluşmak üzere sözleşmiştik.
Aksaray’da çok güzel bir cami avlusundayız. Erken gitmiştik. Sıcağın altında ölümü düşünüyor, Erdoğan’la susuşup oturuyordum. Bu sırada, sevdiğim şairin tabutunu getirip musalla taşına koydular. Bir sürü de çelenk. Karısı olduğunu öğrendiğim gözü yaşlı kadına kendimi tanıtıp, baş sağlığı diledim. “Oğlunuz Mustafa’yı çok severdi Kemal’im.”
İkindi namazının kılınmasını beklerken, dolmaya başlayan avluda beni tanıyan çıkmamıştı. Buna üzüldüğümü gören Erdoğan teselli etmeye çalıştı. “Uzun zamandır yurt dışındasın, yeni nesil elbette seni tanımaz!” “Hüseyin Baş da mı ? O da tanımadı!” Neyse, konuşunca sesimden tanıdı Hüseyin can. Onun da bir sürü sağlık sorunları varmış. Son görüştüğümüz, muhallebiciden sonraki, yirmi dokuz yılın dökümünü yaparken, caminin girişinde bir kaynaşma oldu, avlu sarsılıyor sandım. Aksayarak gelip, koluma giriverdi Yaşar Kemal. Adana’daki o günden sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Eşkalim değiştiği halde, demek ki ‘şifremi’ aklında çok iyi tutmuş. Etrafımız hayranlarıyla çevriliverdi. Fotoğraf çeken çekene. Sanki cenazede ikimizden başka kimse yokmuş gibi başladık mavraya. (Sevgili okuyucu; Seyhan Nehri’nin kıyısındaki narenciye bahçelerine, ırmaktan, tahta bir düzenekle su çekilirdi. Araplar buna mavura, Adanalılar mavra derdi. Hiç durmamacasına çalışan bu düzenek gıcırdar, inler, mırıl mırıl ses çıkarırdı. Bu yüzden sohbete, kaynatmaya, ‘mavra’ denilir Adana’da.) Namaza dek kolumdan çıkmadı. Rahmetlinin karısına götürdüm, onunla , sonra musalla taşındaki Kemal Özer’le konuştu. Yan yana kıldığımız namazdan sonra tekrar koluma girdi. Dışarda onu bekleyen arabaya gittik. Karısı Ayşe Hanım’la tanıştırdı. Telefon numaralarını yazdırdı. “Her yayınladığını okuyorum ha!” dedi ayrılırken. “Ben de senin her yazdığını ezberlercesine okuyorum!” dediğimi duydu mu bilmiyorum.
“USTA’CIĞIM! Yaşar Kemal’in Bilinci kapandı haberini duyunca yüreğim ağzıma geldi. Sakın Ha! Postmodern romancılara mı özendin yoksa? Nedir bu kapalılık? ‘Bilinci açıldı!’ haberini çok görme sevenlerine. Gözünü açtığında, buradan imzalayıp yolladığım son öykü kitabım, Kaynak Yayınları’ndan çıkan, Üstüme Fazla Gelme Ayçelen’i, seni bekliyor bulacaksın. Hemen ardından postaladığım ‘Efsane’ adlı şiirimi de. Senin için ne yazılsa azdır. Biliyorum.
Ada romanların için ‘dil yazıyor’ demişti Memet Fuat’ımız. Bilincin kapalıda kalırsa kim yazacak dilimizi?
Dişi Çürük Hanefi ile İsmet Atlı’nın yağlı güreş mavrasını yapacaktık seninle. Söz vermiştin USTA’CIĞIM! Sözünde dur! Yeter artık!
SYDNEY 2015
Category: Deneme, Köşe Yazıları, Yazın