Bendeki Yaşar Kemal / Saba Öymen
Edebiyat öğretmeni olan bir aile dostumuz tanıtmıştı Yaşar Kemal’i bana. Ortaokuldaydım sanırım, “Bak bu yazarı mutlaka oku” deyip, Yer Demir Gök Bakır’ı vermişti. Neden İnce Memed’i değil de Yer Demir Gök Bakır’ı verdi bilmiyorum. Belki kendisi tam o sıralarda okumuştu, etkilenmişti ya da kim bilir, herhangi bir nedenle raflardan kitabı indirdiği bir gün bir yerlerde karşılaştım onunla.
Ben şehir çocuğuyum, şehirde büyüdüm. Köy çok uzaktı bana o yıllarda, bir kavram olarak biliyordum yalnızca. İlkokul ve ortaokulda bazı arkadaşlarım tatillerde köylerine gitmekten söz ederlerdi, anımsıyorum. Haziranda iki hafta bizim köye gideceğiz… Bizim köy baharda çok güzel oluyor… Aslında onlar da benim gibi şehir çocuğuydu, şehirde evleri, aileleri vardı, ama bir de ‘bizim köy’leri vardı. Bizim köy dedikleri bir yer… Bana değişik, yabancı bir yer gibi gelirdi orası. Benim mekanım şehirdi, şehri severdim ama köy nasıl bir yer, çok isterdim gidip görmeyi. Daha sonra gördüm tabii fakat köyle, Türkiye’nin köy gerçeğiyle ilk tanışmam Yer Demir Gök Bakır’la oldu diyebilirim. Yalnızca köyle tanışmadım bu romanla, Yaşar Kemal’in destansı anlatımıyla tanıştım. Köylülerin verimsiz toprak yüzünden yaşadıkları sıkıntılar, bu sıkıntıları ve çaresizliği yaşarlarken kendi aralarından bir ermiş yaratmaları, ona sığınmaları değişik, düşsel bir dille anlatılıyordu. İnsanlar çaresizliğe kapıldıklarında, boşluğa düştüklerinde tutunacak bir şey ararlar ya, işte bunu çok güzel bir şekilde anlatıyordu Yaşar Kemal.
Yaşar Kemal’in anlatılarını birkaç sözcükle tanımla deseler insan derim, doğa derim, iyimserlik, umut, barış ve tabii ki düşsellik derim.
Elbette bütün yazarlar insanı yazarlar ama insanla doğayı birlikte böyle yazmak…
Bir çok edebiyat eleştirmeninin üzerinde anlaştıkları bir nokta var: Doğa, Yaşar Kemal’in anlatılarında baş kişilerinden biri.
Edebiyatçı Emin Özdemir bir yazısında şöyle diyor:
“Onun yaratım evreninde doğa insanlaştırılmış, insan da doğanın ayrılmaz bir parçası kılınmıştır. Öyle ki dağ, taş, kayalar, koyaklar, yokuşlar inişler, börtü böcek, kurt kuş, anlatıların kapısından, onların içsel ögelerinden biriymiş gibi girer, anlatı kişilerinin duygu dünyasını yansıtmaya dönük işlev üstlenirler.”
Sanırım bu nedenle, doğa bütün büyüsüyle yer aldığı için Yaşar Kemal’in romanlarında bir ferahlık, bir gönül açıklığı var gibi gelir bana hep.
Emin Özdemir’in aynı yazıda dile getirdiği şu düşünceye katılmamak olanaksız:
“Yaşar Kemal’in anlatısal yaratılarını okurken sayfalar arasında sürekli esip duran bir esintinin varlığını duyumsamışımdır. Sözcükleri devindirip kanatlandıran, sürükleyici, çiçek kokularıyla yüklü, güzelduyusal oksijeni bol bir esinti…”
Okuyanlar bilir, Yaşar Kemal’in başka kimseye benzemeyen, özgün, şiirsel, düşsel bir dili var. İnsanlar düşleriyle, özlemleriyle yer alıyorlar anlatılarında.
Onun yakın dostu olan Fransız yazar Alain Bosquet bir söyleşi yapmış Yaşar Kemal’le ve kitaplaştırmış bu söyleşiyi. Bir soruda düşsellik konusunu ele almış. Soruyor:
“Batı’da çocukluktan başlayarak gizem ve düş gücünün hızla yok olduğunu ve yerlerini akılla, gerçekçiliğe bıraktıklarını düşünürüz. Kitaplarınızdaki düşselliği sormak istiyorum. Düşsellik gündelik yaşamınızın bir parçası mıydı her zaman?
Yaşar Kemal, şaşırıyor Alain Bosquet’nin bu sözlerine, neredeyse kızıyor.
“Gizem ve düş gücünün batıda hızla yok olduğuna beni inandıramazsınız,” diyor, “size büyük sevgim, inancım ve dostluğum var, bu kadar sert konuşurken doğrusu üzülüyorum. Gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir. Bunu nasıl söylersiniz? Yani bir yerlerde insanlık çöktü de insanlığın yerine insana benzer kimi yaratıklar mı geldi diyorsunuz? İnsan gizeminin ve düş gücünün yok olmasının ne demek olduğunu acaba derinden kavrıyor muyuz? Öfkelenmiş değilim, beni bağışlayın, anlayamıyorum. Ben insanın gizemine hep varmaya çalıştım.”
Belki çoğumuz katılırız Alain Bosquet’ye. Düşselliğin Doğu’ya ait bir şey olduğunu, Batı’da kaybolduğunu düşünürüz. Yaşar Kemal’se batıya, doğuya aldırmıyor, düşselliği insan olmakla bir tutuyor.
Uzayıp gidiyor Yaşar Kemal’in Alain Bosquet’ye yanıtı. Soruyu sorularla yanıtlıyor:
“Çocukluğumdan bu yana sonsuz düşler kuruyorum. Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden biri değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi? İnsanı ölümsüzlük düşüncesine götüren yarattığı umut ve gizem değil mi? O sizin gerçeklik dediğinizde de bir düş, bir gizem yok mu? Her şeyi insanoğlu yeniden yaratmıyor mu, düşü ve gerçekliği? Gerçeklikle düş gücü iç içe değil mi? İnsanoğlu ulaşamadığı dünyayı düşleyerek yeniden yaratmıyor mu?”
Düşselliği nasıl da olmazsa olmaz olarak gördüğü belli oluyor bu sözlerinden.
Yaşar Kemal’in son romanı Çıplak Deniz Çıplak Ada’yı yakınlarda okudum.
Bir Ada Hikayesi dörtlemesinin dördüncü kitabı. Fırat Suyu Kan Akıyor, Karıncanın Su İçtiği ve Tanyeri Horozları’ndan sonra dördüncü kitap.
Lozan Barış Antlaşmasına ek olarak verilen mübadele kararıyla yerlerinden, topraklarından olan insanların yerleştirildikleri bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını anlatıyor.
Mübadele benim ailemin de bir kanadının yaşadığı bir gerçek olduğu için daha farklı bir ilgiyle okudum bu kitapları.
İnsanların korkuları, özlemleri, yaşama sevinçleri; nerden gelirlerse gelsinler, kim olurlarsa olsunlar ve ne olursa olsun birbirlerine sevgiyle sarılmaları anlatılıyor. Sıcacık, sevgi dolu, umudun her şeye rağmen var olduğunu gösteren bir kitap.
Onun roman ve öykü kişileri kinden uzak, sevgi dolu insanlar.
Sevincin, neşenin insandan insana geçişi vardır ya, bir ortamda bir kişi mutlu olunca ötekilere de bulaşır ya bu mutluluk hali, Çıplak Deniz Çıplak Ada’da ne güzel yazmış Yaşar Kemal bunu. Roman boyunca değişik yerlerde bu duygu hissediliyor.
Bu sözlerimi vurgulamak için romandan kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Önce romanı okumayanlar için bilgi:
Romanın baş kişilerinden Poyraz, Ağaefendinin kızına aşık. Sevdiği kızla evlenmek istiyor fakat önce kızın babasının, Ağaefendinin evlenmesi gerek. Ağaefendi dul, karısını savaş yıllarında kaybetmiş. Şimdi sevdiği bir kadın var: Melek hatun. Fakat Melek hatuna bir türlü açılamıyor. Poyraz dertleniyor bu işe… Onlar evlenmedikçe kendisi de Zehra’yla evlenemeyecek çünkü.
Bir gün hep beraber oturmuş sohbet ederlerken, Ağaefendinin fırsat bulur bulmaz sözü Melek Hatun’a getiriverdiğini fark ediyor ve çok seviniyor.
Yaşar Kemal bu sevincin Poyraz’dan başlayıp, dağılışını şöyle anlatıyor:
“Poyraz da ateş bacayı sarmış diye geçirdi içinden. İçini bir sevinç aldı, ne yapacağını bilemedi, gülmeye başladı, yüzü değişti, onun yüzünü görenler mutlu oldular. Ağaefendinin sevinci gittikçe artıyor, arttıkça da gülüşü ortalığa yayılıyor, herkes kendini sevinçler içinde buluyordu. Dağın güzel çiçekleri, ağaçları, atları, ceylanları da.”
Gerçekten de sevinç, neşe böyle bulaşıcı değil mi? Evin içinde biri mutlu olsun, sevinsin, mutlu ruh hali ötekilere de geçiverir. Yaşar Kemal’in dilinde doğa da katılıyor bu sevince. Doğanın halleri ve insanın halleri birlikte, biri olmadan öbürü olamaz gibi. Yaşar Kemal bir ara suyun romanını yazmayı düşünmüş, suyun kaynağından başlayıp sonuna dek akışının romanını. Doğa bu kadar önemli onun için. Sonra, doğadaki kokular, kokular ne çok yer alıyor onun anlatılarında.
Bir söyleşide şöyle diyor:
“Tarlaya harman sürmek için gidiyordum. Ekinlerin arasında acı kokan bir ot vardı. Sıcak, çok acı, güzel, baş döndürücü kokuyordu. O sıcakta çalışmak zorunda olmadığım halde, salt o otu koklamak için bütün gün harmana gidiyor, çalışıyordum. Anam, amcam, amcamın öteki karısı buna, benim çalışma isteğime çok şaşırıyorlardı. Şimdi bile bütün kokular içinde o kokuyu seçebilirim. Çukurova’da yolda yürürken, yanından yürüdüğüm tarlanın ne tarlası olduğunu kokusundan ayırt edebilirim. Çeltik, susam, pamuk, buğday, ayçiçeği tarlası mı, kokudan bilebilirdim. Benim koku yeteneğim çok gelişmişti. “
Yaşar Kemal bir romancı ama onun çok güzel öyküleri de var. Edebiyatımızın öykücülük tarihinde Yaşar Kemal öykülerinden söz edilmezse olmaz.
Yine insan, köy insanı, köy gerçeği var ve doğa var öykülerinde. Elbette öykü romandan çok farklı bir anlatı türü, fakat aynı düşsellik öykülerinde de seziliyor.
Bence, Beyaz Pantolon ve Yolda adlı iki öyküsü, Yaşar Kemal öykücülüğünün en güzel örneklerinden.
Beyaz Pantolon’da, öykünün başında, ayakkabı tamircisi çırağı Mustafa’nın beyaz pantolon düşünü öğreniyoruz. Üç lira biriktirip beyaz bir pantolon alacak kendine. Umut, düş kırıklığı, bencillik, iyilik, ardından sevinç, yeniden umut… Mustafa ve beyaz pantolon düşü başka türlü anlatılamazdı herhalde.
Yolda’da atlarını hızlandırmaya kıyamayan yumuşak yürekli arabacının, köy yolunda çıplak ayaklı bir kadına rastlaması ve ondan sonra yaşananlar anlatılıyor. Arabacının da, kadının da tarafını tutmadan, gerçekçi, insancıl, çok güzel yazılmış bir öykü.
Bu öyküleri, Beyaz Pantolon’u, Yolda’yı ve diğerlerini bulup okumanızı ve Yaşar Kemal’i yalnızca romancı olarak değil, öyküleriyle de tanımanızı dilerim.
Yaşar Kemal öyküleri yeni değil. Sarı Sıcak adlı öykü kitabı ilk kez 1950 lerde yayınlanmış, daha sonra romana ağırlık vermiş, pek öykü yazmamış Yaşar Kemal. Oldukça eskilere gidiyor öyküler ama sonraki yıllarda yeniden basılmış. İnternet üzerinden kitap ya da e-kitap olarak edinmek olası.
Romanları olsun, öyküleri olsun onda hep iyimserlik var, insancıllık, umut var demiştik ya, Alain Bosquet ile söyleşisindeki sorulardan birine verdiği yanıtta da belli Yaşar Kemal’in umut yüklü dünyası. Şöyle söylüyor:
“Ben demiyorum ki, insan hiç karanlığa, umutsuzluğa düşmez. Düşmez olur mu? Ama insanlığın mayası aydınlık ve umuttur. İnsanlığın mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl, umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var. Ben hiçbir zaman karamsar olmadım. Karanlıktan korkan, yaşamını sürdürmek için kendine mit dünyaları, düş dünyaları yaratan insanoğlu, başı iyice sıkışınca, kendini ve dünyasını kurtarmanın da bir yolunu bulacaktır.”
Ve onun bu umudunun içinde dilin büyük yeri var.
Konuşmamı şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan büyülü bir evrendi. Dilin büyüsüne, sonsuz gücüne öyle inandırmıştım ki kendimi, şimdi bile bütün insanlığı dilin kurtaracağına inanıyorum.”
26 Mart 2015