Katoomba Pazarında

| February 25, 2015 | 0 Comments

saba öymen2Organik domatesler ne de kırmızı diyordum sanırım. Manavlarda, marketlerde satılanlar böyle göz alıcı değiller. Bunu aklımdan geçirdiğimi anımsıyorum. Domateslerin yapraklarını sayıyordum ya da sayma denemeleri yapıyordum. Sapların kıvrımlarında orada olmayan, gün boyu da izlesem göremeyeceğim bir şeyleri de arıyordum. Kendimden geçmişim.

 

Tamam tamam, bir şeyi yok, kendine geliyor. diyen bir kadın sesi. Gözlerimi aralayıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.

 

Dağılın, rahat bırakın, diyor kadın toplanmış beş on kişiye, Bırakın nefes alsın.

 

Birilerinin başı derde girsin, kaza gelsin başlarına, bayılırsınız, söyleniyor kadın, Başkasının derdini görmek kendi derdinizi unutturur. Duyan olmuyor. Kalabalık dağılmış bile.

 

Bakınıyorum. Domates fideleri, kırmızı ve yeşil biberler, küçük plastik saksılarda maydonozlar, naneler, fesleğenler. Adını bilmediğim daha pek çok bitki. Kokular birbirine dolanmış dalga dalga havada, yüzümü yalıyor. Naneyi ayrımsıyorum, sanki içim açılıyor azıcık.

 

Kumral saçlarını atkuyruğu yapmış gözlüklü bir kadın portatif iskemlenin üzerine bir şal atıp oturtuyor beni. Elime plastik bardakta elma suyu tutuşturuyor.  Elma suyu… Nefret ederim. Yok, nefret değil de, sevmem.

 

İç iç, iyi gelir, diyor, Elma iyidir.

 

Değişik bir aksanı var. Çok belirgin. Kafam karışık, düşünemiyorum, çıkaramıyorum ana dilinin ne olabileceğini.

 

Yok istemem demiyorum. Elma suyu değilse de, boğazımdan geçecek soğuk bir sıvıyı öyle canım istiyor ki. Buz gibi sıvının kollarıma, bacaklarıma, ayak uçlarıma kadar yürümesini… Bir iki yudum alıyorum. Bir de yatmak istiyorum. Yatak, ya da hiç olmazsa birkaç yumuşak minder… Şilte… Öyle bir şeyler işte. Tutamıyorum bedenimi… Savurup kendimi yere kıvrılıvermek var gözümde. İskemleden kaydırıp kendimi, tezgahın arkasındaki geniş mindere oturmakla yatmak arası gömülüyorum.

 

Yalnız mısın? diye soruyor kumral kadın, Var mı seni alıp evine götürecek birileri?.

 

Yalnızım… Duramadım evde, çıktım… Yürüdüm epeyce. Pazarda buldum kendimi… İlkin bezden cadılara baktım… Şu karşıki tezgahta…

 

Ha, eğlencelidir onlara bakmak…

 

Pille çalışıyorlar galiba… Süpürgelerinin üstünde uçma numarası yapıp duruyorlar.  Kız çocukları bir keyifle izliyorlardı ki, cadılara değil kız çocuklarına baktım en çok.

 

Kızlar severler cadıları, diyor kumral kadın, Her cumartesi, annelerinin elini tutmuş gelirler. Cadıların süpürgelerine dokunurlar. Koca burunlarına, burunlarının üzerindeki kocaman et benlerine dokunurlar. Biz böyle değiliz deyip sevinirler. Minik burunlarımızla sevimli tatlı kızlarız. Annelerimiz gibi hoş kadınlar olacağız. Aşık olup evleneceğiz. Mutluluk bekliyordur onları. Yaşam boyu… Annem öflelenince bu cadıya benziyor diye düşündükleri de oluyor mu acaba merak ediyorum.  

 

Gülüyorum. Biraz daha iyi gibiyim. Gene de… Minder üzerinde yatabileceğim kadar büyük değil. Yaslanacak bir şeyler arayarak oturmaya çabalıyorum. Rahatsız bacaklarımı ne yana çevireceğimi bilemeden kıpırdanıyorum.

 

Dayan biraz, diyor kumral kadın, Birazdan toparlanıp gideceğiz.

 

Gidecek miyiz? Ben de mi? Sonra aptalca bir soru sorduğumu düşünüyorum. Elbette ben kendi yoluma gideceğim. Gitmek istemesem de…

 

İstersen benim evime gelip biraz dinlenebilirsin. Şurda iki sokak ötede. Yalnızım dedin ya.

 

Olur, dediğimi duyuyorum, dediğime inanamiyorum bir yandan. Böyle beklenmedik, düşünmedik şeyler yapmam ben. Yarım saat önce tanıştığım kadının evine gitmek de nereden çıktı?

 

Pazar boşalıyor yavaştan. Komşu tezgahlar da kumral kadın gibi toparlanıyorlar.  Satılmayan cadılar, satılmayan el yapımı mumlar sabunlar, takılar kutulara, sepetlere yerleştiriliyor.

 

Hala dolaşan birkaç kişiden başka pazar müşterisi kalmadı. Havada hafif, tatlı bir serinlik var. Öğle saatlerinde yakıyordu güneş, sonbahar gelmemiş, hala yaz ortasıymış gibi yakıyordu. Tenime, sanki ince ince saplandığını duyarak güneşin, yürüdüm bütün gün. Aldırmadım. Hoşlandım bile. Yakan sıcaklığı her duyuşta, terin şakaklarımdan boynumdan her kayışında kızgınlığım, içimin sıkıntısı, yanışı azalıyor gibi geliyordu.

 

Akşam gölgeleri oynuyor şimdi tezgahların üzerini örten çadırlarda. Kumral kadın konuşmadan toplanıyor. Bitkileri servis sehpasına benzeyen tuhaf bir el arabasının üzerine diziyor. Araba doluyor. Çok satamamış belli.

 

Bedenimin her bir kasında hissediyorum çöküntüyü. Yorgunum, bitkinim. Bütün istediğim yatmak. Belki biraz da yiyecek bir şey… Bir kase çorba… Eve gitmek istemiyorum ama.

 

Kadın bana dönüyor. Gidebiliriz artık, diyor. Araba arkada park yerinde. El arabasını iterken komşu tezgahlara sesleniyor. Haftaya görüşürüz.

 

Konuşmasındaki güçlü aksanı çözüyorum birden. Fransız.

 

Fransız mısın?

 

Evet, diyor, O denli mi belirgin?
Belirgin ya.

 

Seninki değil, diyor, Nerelisin?

 

Türküm, diyorum, Türkçede fazla inişler çıkışlar yoktur. Dümdüz konuşuruz. Onun için ayıramazlar Türk aksanını. Başka dillerle karıştırırlar. Görünüşün dünyanın hangi parçasına uygun görülürse oralı olursun. Hollandalı mısın derler, İtalyan mısın, Fransız mısın…Yalnız İngilizcenin ana dil olmadığı bir ülke olması gerek tabii.

 

Gülüyor hafifçe. Fransız aksanını duymamış biri sormuş olmalı. Küçük dilimize bile  yerleşmiştir Fransızca. Benim gibi yirmi küsur yıldır Avustralyada da yaşasan kurtulamazsın.

 

Seninle geliyorum ama rahatsız etmek istemem. Emin misin bir sakınca olmadığına?

 

Bir sakınca olsa çağırmazdım. Boşver böyle şeyleri. Benim adım Evelyn.

 

Benim ki Meliha ama kimse söyleyemiyor. Mel diyorlar.

 

Ben de Mel derim öyleyse. Kolayı varken zoruyla eskiden uğraşırdım. Bu yaştan sonra değil.

 

Yaşını tahmin etmeye çalışarak bakıyorum. Yüzünde unutulmamış uzak yerlerin,  gömülmüş aşkların, pişmanlığın, hem isyanın hem kabullenmenin izleri var. Aynı yaşlarda olmalıyız. Belki biraz fazla benden.

 

Arabanın kapısını açıp, Sen otur hala solgun görünüyorsun, diyor. Oturduğum yerden arkama dönüp bakıyorum. Steyşın vagon arabanın arkasına bitkileri yanyana, birbirlerini devrilmekten koruyacak şekilde yerleştiriyor. El arabasını katlıyor. Arka koltuğun önüne yere yatırıyor. Hızlı, becerikli. Bu işleri daha önce defalarca yaptığı belli.

 

Ağaçlarla çevrelenmiş, eski, küçük ahşap bir evin önünde durduruyor arabayı. Bahçenin girişinde, bir ağaca sarılarak evin çatısına doğru uzamış yaseminden baygın mutlu bir koku yayılıyor havaya. Evin yan tarafında arka bahçeyle önü ayıran beyaz bir çit var. Üzeri beyaz sarmaşık güllerle kaplı.

 

Ne güzel burası, diyorum, Masal evi gibi.

 

Görünüşüne aldanma, öylesine eski ki, tahta döşemeler artık izin ver de biz gidelim demeye başladılar. Orda burda çatlaklar. Gece yatakta gıcırtılarını dinliyorum. Sanki konuşuyorlar birbirleriyle. Belki de ruhlar dolaşıyor.

 

İçeri giriyoruz. Bir tekir kedi yaklaşıp süzüyor beni. Evelyn’e sürtünüp sırtını kabartıyor. Kolaçan ediyor çevreyi, tanımadık bilmedik başka biri var mı diye.

 

Ruhlar dolaşıyorsa şaşmamak gerek, diyorum, Tam onlara göre burası. Ne çok antika var.

 

Birden pişman oluyorum söylediklerimden. Gereksiz sözler.

 

Gülüyor. Gel şuraya uzan dinlen biraz. diyor rengarenk çiçek desenli yastıkların altında kaybolmuş koyu yeşil bir kanapeyi gösteriyor. Yumuşacık kanapeye uzandığım anda vücudumun saatlerdir bunu beklediğini farkediyorum. İçerde bir yerlerden battaniye getirip üzerime örtüyor. Bu evde her şeyde bir yumuşacıklık, bir mutluluk… Battaniye kadife iplikten örülmüş gibi…

 

Çorba yapacağım, diyor Evelyn, Katoomba’ya sonbaharın serin günleri inince, bu evde en sık pişen yemek çorba olur.

 

Ah, saatlerdir bir şey yemedim. Sıcak bir kap çorba harika olur. Teşekkürler Evelyn.

 

Patatesli pırasa çorbası sever misin? Bol maydonozlu. Fesleğen de koyalım biraz. Bekle, bahçeden biraz maydonoz ve fesleğen toplayıp geliyorum.

 

Otlarla yemek pişirmek, diyor Evelyn patatesleri soymaya başlarken, Boş bir kanapeyi dantelli çiçekli yastıklarla donatmak gibidir. Yalnızca çimeni olan bir bahçeye çiçek veren bitkiler ekmek gibidir. Ya da, bir pastanın üzerini çikolata rendesi ve çileklerle süslemek…

 

Gözlerim yarı kapalı, domateslerle birlikte kavrulan pırasanın, taze toplanmış fesleğenin mutluluk habercisi kokusunu içime çekerek Evelyn’i dinliyorum.

 

Önceleri bilemezsin, diyor Evelyn, Hangi ot hangi yemeğe yakışır bilemezsin. Tarifler ararsın. Her bir otun kendine özgü kokusu heyecanlandırmaya başladığında seni, başka lezzetler aramanın vakti gelmiştir. Keşfetmeye hazırsındır.

 

Duvarları neredeyse beyaza çalan açık mavi boyanmış, yıllanmış eşyalarla dolu bu odada çiçekli yastıklara gömülmüş yatıyorum. İnanamıyorum birden. Şahin merak etmeye başlamıştır. Merak etsin diyorum. Merak etmesini istiyorum.

 

İşte o zaman, bir parçasını, bir yaprağını ağzına alacaksın bitkinin, çiğneyeceksin. Yutmayacaksın ama. Yalnızca çiğneyeceksin. Ağızda bıraktığı o özel, biricik tadı, kokuyu ayrımsayacaksın. İlkin tadını iyi bildiğin sıradan yiyeceklere katacaksın otu. Patates püresine mesela veya en çok yaptığın çorbaya. Sonra neye istersen. Balığa, ete.

 

Kocaman kaselerin içinde getiriyor çorbaları Evelyn, yanında köy ekmeğiyle. Sessizce içiyoruz.

 

Bu evi satacağım, diyor ansızın, Tasmanya’ya, Yeni Zellanda’ya nereye olursa olsun başka bir yerlere gideceğim, yerleşeceğim. 

 

Susuyor. Neden demiyorum ama anlatsın istiyorum.

 

Konuşmuyor. Ekmeğinden bir parça koparıp çorbaya banıyor. Pencereden dışarı bakıyor. Karşı evlerin yanmaya başlayan ışıkları bu küçük dağ kasabasının puslu sonbahar akşamına sevinçle karışık bir hüzün katıyor.

 

Eline sağlık, diyorum, Çorba nefisti. Sanırım yola çıkmamın zamanı geldi.

 

Biliyor musun ilk kocamın büyükbabası Türkiye’den göçmüştü Fransa’ya. Türkiye Ermenisiydi. Sizin bir böreğiniz var katmer katmer ağızda dağılan. Hanım derdi karısına, hadi Türk böreği yap.

 

Artık kimse yapmıyor o börekleri… Börekler de satın alınıyor şimdilerde.

 

İlk kocamla yaşayamadım. Bu ülkeye geldim, bir Avustralyalıyla evlendim sonra. Dört yıl önce öldü. Alışamadım yokluğuna. Bu ev onunla paylaşınca güzelmiş. Bir de Sophie ile, kızımla.

 

Bir an duraklayıp kucağına atlayan kediyi okşuyor.

 

Kızım Fransa’da. Altı ay kalmaya gitti, bir buçuk yıl oldu. Bir ben yolunu bekliyorum artık, sevgilisi vazgeçti beklemekten. Arada bir gelir hatrımı sorar, iyi bir çocuk. Sophie dönmeyecek Evelyn dedi bana son gelişinde. Niye sen de gitmiyorsun?Gitmem. Fransa bana iyi davranmadı. Çok acı çektim orada.

 

Elimi uzatıp koluna dokunuyorum çekinerek.

 

Hepimiz acı çektik. Çekiyoruz.

 

Gözlerime bakıp gülümsüyor. Çay içer misin, diyor, İstersen bu gece burda kal. Sophie’nin odası boş duruyor.

 

Peki, diyorum, Sen çayı yaparken bir telefon edebilir miyim?

 

Şahin sesimi duyunca bağırmaya başlıyor.

 

Saat kaç haberin var mı? Neredesin? Bir haber bile vermiyorsun.

 

Bağırma, diyorum, Bu akşam eve gelmeyeceğim. Yarın görüşürüz.

 

Evelyn çayları getiriyor, incecik porselen fincanlarda.

 

Biliyor musun, diyor, Belki de vazgeçerim evi satmaktan. Seviyorum buraları, Katoomba’yı, Mavi Dağlar’ı. Hem kim bilebilir? Sophie dönüp gelir belki bir gün.

 

Nisan 2006

 

 

Category: Öykü, Yazın

Leave a Reply