SANATSAL YARATICILIĞIN GÜCÜ ( II )
Sanatsal yaratıcılık alanına, tüm varlığımla girdiğim dönem, 1973’de başladı.
Edebiyata hasredilmiş 13 yıllık cezaevi yaşamım, biçimlenmemde tayin edici bir rol oynadı. Daha önceki kısa cezaevi yaşamlarım, adapte olma çabaları ve tahliye beklentileriyle geçmişti. Müebbet hapislik bana, kendimle baş başa kalma olanağını sağladı. Bu, sanatsal yaratıcılığın vazgeçilmez ilk şartıydı. Çünkü yaratıcılığın asıl alanı, insanın iç dünyasıdır. İnsan en güzel, en anlamlı yolculuğunu burada yapar. Kendi iç dünyasını ne kadar tanırsa, sanata da o kadar yaklaşır. Bu bakımdan, insanın sanatsal yaratıcılık alanına girmesi ve orada bir kazıcı, bir yaratıcı olarak çile çekmesi sorunu, onun kendisini müebbet hapse mahkum edip etmemesine bağlı bir sorun olarak ortaya çıkar. Cezaevinde sanatsal yaratıcılığın, yaratıcıyı özgürleştirdiğini duyumsadım. Kendi iç dünyama doğru yola çıkınca, dışarı ile içeri arasındaki fark silinir gibi oldu.
Organik ve inorganik dünyanın bir parçası, onun ruhunun bir parçası olarak, insan, kendi iç dünyasının estetik değer taşıyan ışıltılarını, alametlerini, sırlarını, çiçekten çiçeğe gezinen bir arı gibi devşirir, özümler ve onu kendi yaratıcı dehasının örsünde döver, biçimlendirir, bir üst seviyede yeniden yaratır ve sonra yaratılan bu deccal ateşini, kendine, kendini kuşatan zillete karşı diker. İnsanın, şirin ve derin cinnet halidir bu.
Gerçek yaratıcının ya da büyücünün temel eğilimi, metaforlarını, doğanın derin, insani özüyle, gizemiyle biçimlendirmek, onları tuğla gibi kullanarak, doğal veya iğdiş edilmiş resmi gerçeğin üstünde, insan merkezci anlayışın üstünde, gerçeklikler kurmaktır.
Cezaevinde, yaratıcının, dönüştürmek için yaratmaması, açık veya gizli vaazdan uzak durması gerektiğini anlamaya başladım. Duaların gökten değiştirmek için indiklerini, iner inmez de vaazcı ruhlarını dile dönüştürdüklerini ve dolayısıyla sanatın dua olmadığını düşündüm. Eğer yaratılan, adı üstünde, bir sanat eseriyse; kaliteli, derinlikli, berceste bir eserse; yaratıcı onu yaratırken ve onun tarafından yaratılırken, sadece kendi iç dünyasında değil, her yerde gezinmişse; ama öncelikle de varlığın sızlayan, kanayan vicdanında gezinmişse; ve yine yaratıcı onu yaratırken, malzemelerini sadece kendi iç dünyasından değil, varlığın can alıcı, iğfal edici sahalarından toplamışsa; ama öncelikle de varlığın ürkütücü derinliğinden, hassas kuğu çığlığından derip devşirmişse; tüm bunları, kendi vicdanının ateşinde eritip, estetik bir dehayla biçimlendirmişse, o eser değiştirir; istesek de istemesek de, o eser doğduğunda, yani büyük serüvenine başladığında değişim başlar.
Evet, tüm bunları anlamaya başladım ama uygulayabildim mi? Uygulayamadım. Yaşamdan aldığım alışkanlıklarım vardı. Nasihatçı bir ailede yetiştim. Bu yetmiyormuş gibi nasihat eden, öğreten bir insan olmam için yatılı öğretmen okuluna gönderildim. Bu da yetmedi, geniş yığınları eğitmek, bilinçlendirmek, sevk ve idare etmek için siyaset ummanına daldım. Hiç kuşku yok ki bütün bunlar güzel şeylerdi ve beni ve ürünlerimi ruhen zenginleştirdi. Tabi bunun yanında, disiplin ve demokrasi sahasının, örgüt dünyasının, güdümleyici, vaazcı, idealci tarzları , alışkanlıkları, ilk döneme ait eserlerime sindi, onları şu veya bu ölçüde malül, inmeli duruma düşürdü. İyi eserler, derin ve yıkıcı eserler, genellikle, sanatçının varlık alemiyle ve kendisiyle barışık olmadığı, bağlılık ve sorumluluk duygusunu tamamen yitirdiği zamanlarda ortaya çıkarlar. Bu, özgürlük dediğimiz şeyin gülümsediği, gerçekleştiği andır.
1986’da, cezaevinden çıkar çıkmaz kelepçelenip, askere götürüldüm ve firar ettim; cezaevi yaşamımın son dönemi firar teşebbüsleriyle geçtiği için alışmıştım. Tabi kendimi Yunanistan’da, Almanya’da ve Fransa’da buldum. Avrupa’da en önemli etkinliklerimden birisi, galerileri ve müzeleri gezmek oldu. Bu geziler bana, resmin görünmeyen edebi dilini, hikayesini berrak bir şekilde hissettirdi. Avrupa’da dolaşırken, Cezaevindeki 13 yıllık edebi çabanın beni örgüt dışı bir yaratık haline getirdiğini fark ettim. Arkadaşlarım da bunu fark etmiş olmalılar ki bana gayet anlayışlı ve incelikli bir yöntemle mesafenin yararlarını anımsattılar. Kendimi, örgütle özgürlük arasında bir yerde, işsizlerin, göçmenlerin, ilticacıların ve sahipsiz kedilerin kimseye hesap vermeden dolaştıkları hoş bir arafta buldum. İhtiyaç melaneti, sanat duygumu kamçıladı. Zengin semtlerin eşya çöplerinden çerçeveler, bezler, boyalar, fırçalar topladım ve dört ay sonra Köln’de, bir galeride ilk resim sergimi açtım.
Yokluğu imkâna çeviren bir çabanın sonunda doğan sanat, insanı, kayıtsızlık duygusuna, kibire ve büyüklük gururuna karşı çok daha duyarlı hale getiriyor; onu, sadece, eşyaya verdiği emeğin vicdanıyla değil, aynı zamanda, eşyanın ona verdiği emeğin vicdanıyla da donatıyor; bununla da kalmıyor tabi, insanı, zorunluluğun bilgisine taşıyor, özgürleştiriyor, ve bu anlamda özgürlüğü yaratan bir eylem olarak görünüyor.
Avrupayı terkedip, Avusturalya’ya yerleştiğimde, okaliptüs ağaçlarının kabuklarına, kayalara, bezlere ve çıplak gövdelere yaygın bir şekilde resim yapan, ressam bir halkla, Aborcinlerle karşılaştım. Her resmin, onların nezdinde, onların yaşamını anlatan birer hikaye olduğunu, kabukların, kayaların, bezlerin ve gövdelerin üzerinde, renklerin diliyle konuşan birer yaşam olduğunu gördüm. Ve kulübemi, resimle dilin, başka bir deyişle, resimle romanın kesiştiği yere kurdum.
Dili, dini, ailesi, devleti ve vatanı yoktur resmin. Kendisine bakan bakmayan her canlıya, her cansıza gülümser, haz verir, düşündürür. Resim, benim roman dilimi etkiledi. Renklerin dil üreten güçlü bir gizeme sahip olduklarına dair düşüncem, biraz da burdan gelir.
Evet sevgili arkadaşlar, sonuç olarak, sanatı, edebiyatı yüceltip, sidre makamına çıkarmanın, ona olağanüstü roller atfetmenin, onu ölümsüzlük payeleriyle taçlandırmanın da bir anlamı yok. Ne kadar güçlü olursa olsun, her canlı gibi her sanat da ölümlüdür. Toplumu sarsacak evrensel bir deprem etkisi yaratsa da, ruhlara derinlemesine işlese de, değişim, dönüşüm kaosunun içinde eskir, ölür, parçalanır, silinip gider. Önemli olan, ortaya çıkan sanat eserinin, dilini iyi kullanması; dilinden, bilincin ve hayalin sınırlarını aşacak, dilini bile şaşırtacak gizli anlamlar, kıvılcımlar çıkarması; eserini bunlarla yaratmasıdır.
Sanatçı için dil çok önemlidir; çünkü eserini onunla yaratır. Yaratıcı dehanın vicdanı, sanatçının nasıl bir dil seçtiğine özellikle dikkat eder. Eser var ki, yaralı duygularla fire vermeden ağlayan, derisi kemiğine yapışmış aç bir çocuğun diliyle karşılaşır ve kendimizi o çocuğun yerinde hissederiz. Eser var ki, binlerce kez anlatılmış sıradan bir aşkın veya cinayetin sıradan diliyle karşılaşırız ve kendimizi o dilin, o esrin dışında hissederiz. Eser var ki onda keşfettiğimiz dil, bizi yaşamın pek bilinmeyen derinliğine, anlamına, şirin ve şedit, tutsak ve özgür yanına çeker. Eser de var ki, diline yapışırız, kurtarmak istesek de kurtaramayız kendimizi; o dil, emer özümüzü, tek boyutlu bir biçime dönüştürür bizi.
Category: Köşe Yazıları, Yazın