Sydney’deki Trabzonlular / Aşkın Baran
İlkokulu Ankara’da okudum, Kavaklıdere İlkokulu’nda. Kaçıncı sınıfta olduğumu şimdi anımsamıyorum, bir gün öğretmenimiz Fatma Hanım, bize Avustralya’yı ve Yeni Zelanda’yı anlatıyordu. Bu ülkelerin bulundukları yeri anlatırken söylediğini bugüne değin unutmadım: “Mümkün olsa da Türkiye’den uzun bir sopayı yere batırsak, sopanın diğer ucu bu ülkelerin olduğu yerden çıkar.” İşte ben şimdi o sopanın ucunun çıktığı Avustralya’da yaşıyorum. İşim gereği her hafta Sydney’de birçok Türk göçmenle karşılaşıyorum. Büyük bir çoğunlukla Sydney’de karşılaşıyoruz ama zaman zaman Avustralya’nın başka kentlerinde, kasabalarında da bir araya geliyoruz. Bu ülkedeki sayımız 50.000’den fazla. Ancak Türklerin en yoğun olduğu kent Sydney değil, Melbourne. Türkler başkent Canberra’da ve Brisbane, Perth, Adelaide, Darwin gibi diğer kentlerde ve kasabalarda da yerleşmiş bulunuyor.
Trabzonluların Sydney’deki sayısı çok değil. Elimizde kesin rakamlar ne yazık ki yok. 1996 yılında kurulan Karadeniz Türk Folklor ve Dostluk Cemiyeti’nin başkanı ve saymanı ile o zaman yayınlamakta olduğum Yorum gazetesi için yaptığımız söyleşide, “Karadenizli ailelerin sayısı Sydney’de 100’ü geçmez” demişlerdi. Bu ailelerin içinde Trabzonlu olanların sayısını da varın siz hesap edin. Trabzonlular da dâhil tüm Karadenizlilerin Avustralya’ya göç nedeni, ülkemizin diğer yörelerinden gelenlerle aynı: Ekonomik nedenler. Burada yaptıkları işler de yine diğer yörelerimizden gelen yurttaşlarımız gibi, büyük çoğunlukla kol emeğine dayanan işler. Şimdilerde özel girişime yönelenler de var ama bunların sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmez.
Ancak içtenliğimiz, sıcaklığımız, şakacılığımız burada da devam ediyor. Yukarda sözünü ettiğim derneğin kuruluş gecesine bizim gazeteyi de davet etmişlerdi. Gazetenin adı, Yorum. Geceye gittiğimizde bizi kapıda karşılayıp, bizim için ayrılan masaya buyur ettiler. Tabii insan Karadenizli olur da fıkracı olmaz mı? Fıkralar daha kapıda başlıyor. Masamıza gittiğimizde gazetenin adının yazılı olduğu bir kartın masanın üzerinde olduğunu görüyoruz. Karttaki yazı: “Yarum Gastesi.”
Benim işim, Karadenizliler, Trabzonlular da içlerinde olmak üzere Türk göçmenlere dilmaçlık yapmak. Kimilerini tanıyorum, kimileriyle yeni tanışıyorum.
Tanıştıktan sonra genellikle ilk sorulardan biri “Nerelisin” oluyor. Karşımdaki, bana nereli olduğunu söylüyor ama ben bu soruyu hemen yanıtlayamıyorum ve yeni tanıştığım kişiye şunu soruyorum: “Trabzon’da doğdum. Ankara’ya göç ettiğimizde altı yaşındaydım. Ankara’dan da Sydney’e göç ettiğimizde de ondokuz yaşındaydım. Kırk bir yıldır da Sydney’de yaşıyorum. Şimdi sence ben nereli oluyorum? Kimisi, ‘Trabzonlusun’ diyor, kimisi ‘Sydneyli’.” Ama bu soruya en güzel yanıtı, yıllardır, şu anda yirmi beş yaşında olan Sydney doğumlu oğlum veriyor. Arkadaşlarının hemen hemen hepsi ya Avustralyalı ya da başka ülkelerden gelmiş olan göçmenlerin çocukları. Yeni tanıştığı bir genç ona “Nerelisin” diye sorduğunda, doğal olarak ulusal kökenini, anababasının hangi ülkeden gelmiş olduğunu soruyor. Tüm yaşamında Trabzon’da sadece iki gün bulunmuş olan oğlumun yanıtı çok güzel: “Trabzonluyum!”
Karşısındakinin yaşadığı şaşkınlıktan sonra oğlum Trabzon’un nerede olduğunu, hangi ülkenin kenti olduğunu yeni arkadaşına anlatıyor. Doğrusu ben aynı şaşkınlığı, Tayfun Pirselimoğlu ile tanıştığımda yaşadım. Değerli sinema yönetmenimizi, ne yazık ki tanımıyordum. Hiçbir filmini izlememiştim. Ünlü filmi ‘Rıza’nın 2007 Sydney Film Festivali’ndeki gösteriminden birlikte çıktık. Sinema salonunda, film gösterimini izleyen ve izleyicilerin sorularını yanıtladığı bölümden sonra tanışmıştık. Yanımızda bir başka arkadaşımız daha vardı. “Dünyanın Sekizinci Harikası” olarak anılan Sydney Opera House’a birkaç yüz metre uzaklıktaki sinemadan çıkmış yürüyorduk. Gösterim de çok başarılı olmuş, izleyenler tarafından kendisine onlarca soru yöneltilmişti. Bir yerde yemek yiyecektik. Denizin yanındaki kaldırımda yürürken kendisine nereli olduğu sordum: “Trabzonluyum.” Birden titremeye başladığımı, heyecanımdan yürümeyi kesip durduğumu, böylece tökezleyip düşme tehlikesini atlattığımı söylersem lütfen şaşırmayın.
Pirselimoğlu birkaç gün sonra Türkiye’ye döndü. Aradan yıllar geçti. Bir gün bilgisayarımı açtığımda kendisinden gelen bir ileti vardı ekranda. İletiye bir dosya eklenmişti. Dosyayı açtığımda, içinden, kendisinin çektiği birkaç tane fotoğraf çıktı. Bu fotoğraflara bakmaya başladığımda gözyaşlarımı tutamadım. (Bu satırları yazarken de tutamıyorum.) Fotoğraflarda, Ortahisar’da doğduğum ev bana bakıyordu. Sarı boyalı, şimdi çok eskimiş, belki de yıkılmış olan ev… Dakikalarca “Uy Tayfun… uy Tayfun…” diye içimden sevgili arkadaşıma seslendim.
Ortahisar’dan Hacıkasım’a taşındığımız yılı hiç anımsamıyorum. Oradan da, Ankara’ya göçtük. (Bu Hacıkasım sözcüğünün birleşik mi, ayrı mı olduğunu düşünürken, fotoğraf albümümden bir fotoğraf buldum. Hacıkasım’daki bir fırının 2002 yılında eşim tarafından çekilmiş olan fotoğrafı, bana kesin bilgiyi verdi. Fırının adı, fotoğrafta Hacıkasım Fırını olarak açıkça görülüyor. Bu fırının sonradan yıkılmış olduğu bilgisinin ise doğru mu, yanlış mı olduğunu bilemiyorum.)
İşte, Ortahisar’daki o evden ayrılışımızın üzerinden elli yıldan uzun bir süre geçtikten sonra, bir gün Sydney’de, bir psikoloğun muayenehanesinde Trabzonlu ve daha önceden tanımadığım bir hanıma dilmaçlık yapacaktım. Sıramızın gelmesini beklerken on, on beş dakika kadar söyleşme fırsatımız oldu. Bana Sydney’deki yaşamını, acılarını anlattı. Eşi ile sorunları vardı. Büyük sıkıntılar çekmişti. Doktorun yanına girdik, görüşme bittikten sonra çıktık. Ben, doktorun sekreterine resmi bir defteri imzalatmak üzere geride kaldığımda, Trabzonlu hanım yürüdü ve birkaç adım sonra vardığı kapıyı açıp dışarı çıkarken bana döndü ve “Sağolasın toprağım.” dedi.
Bugüne değin yaşamımda hiç kimse, kendisi için yaptığım bir şeyden, bir işten, bir yardımdan dolayı bana bu denli içten, bu denli dostça, bu denli kardeşçe teşekkür etmemiştir.
Aradan aylar geçti. Bir gün Sosyal Güvenlik Dairesi’nde bir başka hanıma dilmaçlık yapacaktım. Bu hanım Trabzonlu değildi. Ama onunla birlikte, ona yardımcı olmak, destek olmak için gelen hanım Trabzonluydu. Bu hanımı ve eşini tanıyorum. Dilmaçlık yaptığım hanımın ise Sydney’de kimsesi yoktu, Türkiye’de kırsal kökenliydi, İngilizce bilmiyordu. Görüşme bitti, görevli memur, yasa gereği bu kimsesiz hanıma son olarak şunu sordu: “Sabıkanız var mı?” Kendisiyle görüşme yapılmakta olan hanımdan önce yanındaki arkadaşı, Trabzonlu hanım atıldı ve bana şöyle söyledi: “Abi, onun sabıkası, garipliğidir.” Ben bunu nasıl çevirip görevliye anlatacaktım. “Hayır, sabıkası yoktur” diye yanıtladım ama iyi ki bunun son soru olduğuna da bir yandan şükrediyordum. Çünkü benim artık acıdan konuşacak durumum kalmamıştı.
Kuşkusuz bizim, dünyanın öbür ucunda sadece acı öykülerimiz yok. Şöyle öykülerimiz de var; yine oğlumdan söz edeceğim. Kendisi bir şirkette satış yöneticisi olarak çalışmaktadır. Şirkette çalışan herkesin göğsünde, kendi adları yazılı rozetler bulunur.
Geçen yıl, 15 Ocak 2014 akşamı işten döndükten sonra oğlum bana şunları anlattı: “Bugün şirkete bir adam geldi. Yanında iki tane dünya güzeli kız. Kızlarıymış. Gözü önce üzerinde adım yazılı yakamdaki rozete ilişti ve bana ‘Sen bu isimde çok ünlü bir şair olduğunu, bu şairin dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şairlerinin başında geldiğini biliyor musun’ diye sordu. Ben de kendisine ‘Evet, biliyorum. Benim adım da zaten ondan alınmıştır, anne ve babamın, onların da anne ve babalarının o şaire olan sevgisinden dolayı bana bu ad verilmiştir’ dedim. Adam, gülümseyerek elini uzatıp dostça omuzuma koydu ve ‘Sen Türk müsün’ dedi. Ben de kendisine Türk kökenli olduğumu söyledim, çok memnun oldu, elimi sıktı.” Bu kez ben oğluma sordum: “Peki, o adam nereliymiş?” Oğlum Nazım sorumu gülümseyerek yanıtladı: “Yunanlıymış, baba.”
Rastlantının güzelliğine bakın ki 15 Ocak, büyük şairimizin, Nâzım Hikmet’in doğum günüdür.
Category: Deneme, Köşe Yazıları, Toplum, Yazın