GÜLTEN AKIN ŞİİRİNE BİR YAKLAŞIM / Ayten MUTLU
“Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
bu nasıl yaşamaydı dön”.
1951’de yayımlanan ilk şiirinden bu yana geçen 58 yıl boyunca şiir dünyasındaki varlığını kesintisiz sürdürmüş olan Gülten Akın, şiirinin eksenine insanı almış bir şair. Bireyin algı ve acılarından yola çıkarak. insan yüreğinin derinlerindeki gizil evrenden çıkardığı sözcükleri bir işçi arı titizliğiyle aktardı şiirine bu yollar ve yıllar boyunca. dünyada, rasgele yaşayan kalabalığın ortasında hayatı gören ve gösteren şiirleriyle okuruna yeni açılımlar getirdi. Yeni soruların ve yanıtların kapısını araladı durdu. Çağdaşı olan diğer şairkadınlara oranla kadri daha çok bilindi, daha çok ilgi çekti..Şiirleri İngilizce, Almanca, Flamanca, Danca, İtalyanca, Bulgarca, Arapça, Lehçe, İspanyolca, Fransızca ve İbranice’ye çevrilen şairin kırk aşkın şiiri bestelendi; kimi kısa oyunları Türkiye ve başka ülkelerde sahneye konuldu. Şiirleri çeşitli akademik çalışmalara konu oldu.
1956’da Varlık yayınlarınca basılan “Rüzgar Saati” adlı ilk kitabıyla girdiği edebiyat dünyasında hiç sürçmeden var oldu hep..
EVDEKİ KADININ ŞİİRİ
Saklayıp başını bağasına
Ölü gibi dursun istendi
Öteki kadınlar bir yerlerden
Şakıyıp gelirlerdi
…………….
Mutfak oda yatak arasında
Yatakla beşik
Nice nice yol döşendi
Rüzgâr Saati’inde daha çok bireysel bunların, evle mutfak arasına sıkışarak kendi olmaktan vazgeçmiş olmanın bilinçli sıkıntısını yaşayan kadınların çığlıklarının ağırlıkla yer aldığı şiirler ağırlıktaydı. Bireysel temalı bu şiirleri aynı doğrultudaki “Kestim Kara Saçlarımı” ve “Sığda” izledi. Daha çok da Kestim Kara Saçlarımı adlı kitabından bu yana eve, eşine direnen kadın sureti ağırlık kazanmaya başladı Akın şiirlerinde. İlk başlarda usul ama kendini bulmuş bir sesle. Dirençli ama öfkeli değil. Asla böyle bir kimlikle okur karşısına çıkmıyor. Rüzgâr Saati’nde belki de ne yaptığından ya da sözünü ettiklerinin ne yaptıklarından, nasıl yaşadıklarından habersiz. Sanki gittikçe küçülmüş, orada bir yerde ufalmış bir şekilde duruyor kadın. Sonra toparlanıp doğruluyor ki, bir dahaki saldırıyı daha güçlü bir şekilde karşılasın. Çünkü yaşadığı hayat onun hayatı değil aslında. O bunun farkında içten içe, ama kendisine bile söylemeye gücü ve cesareti yok belki. Gitmek isteyip de gidemeyen, zincirlerini kırmak isteyen kadının sessiz direnişi belki..
“Annecik terk edip gitmek istiyordu
Şarkının başını unutmak istiyordu
Terk edemezdi unutamazdı
Biliyordu”.
Gülten Akın’ın şiirlerindeki kadın zaman geçtikçe farklılaşacak, daha direngen bir kadın kimliğine bürünecek yine de sıkışık dünyasında yaşamayı sürdürecektir;
“Kestim kara Saçlarımı” adını verdiği şiirde bu ezici yaşama başkaldıran bir kadının isyanı vurgulanır.
Bir kıstırılmışlık halinin şiire dökülmüş fotoğrafıdır bu şiir bir bakıma.… Gitse gidemiyor kalsa kalamıyor. Toplum ona başka bir yer açmıyor çünkü. “Gelinlikle girdiği evden kefenle çıkabilir ancak” Çünkü o yaşadığı çağın Ortadoğu coğrafyasındaki bir kadını ve o kadının şiire düşen sureti. Anlayışlı bir eş, çalışma hayatı, Avukatlık, öğretmenlik, eşinin işi nedeniyle zorunluda olsa bir gezginlik…bile kadının bu kaderi ve bu anlayışı yırtmasına yetmiyor. Akın bunun farkında. Belki kendi yaşadıklarının çok ötesinde bir kadın yaratıyor şiirlerinde ama günümüzde hâlâ o evin penceresinde sokağa iç çekerek bakan kadınlar yok mu zaten?
Uzun saçlar kadınsılığın en belirgin simgelerinden biri olmuştur toplumumuzda genellikle. Akın bunun çok iyi farkında. Bırakıp gidemiyor ama bir şeylerin değişmesi gerektiğini de biliyor. O nedenle belki pasif bir direniş göstergesi olarak, tutuyor saçlarını kesiyor şiirinde.Kara saçlarını kestiğinde kurtulmak istediklerinden kurtulabilecek midir? Töre, eş, aile baskısı, çevre baskısı onu onca boğmuşken.
“Tutsak ve kibirli- ne gülünç –
Gözleri gittikçe iri gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum
Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen –
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım .”
Ama kurtulduğu sadece saçları… Değişen başka hiçbir şey, hiçbir kurtuluş yolu yok hayatında. Ondan ötesi ise beklemeler, kırılmalar, yoksanmalar…
Erkek güçlüdür. Allah, babadır yani erkek. Düzen erkek egemen bir anlayışın ezici düzenidir. Tanrı’nın cenneti de cehennemi de kimi zaman erkeğin kadını kapattığı evle özdeşleşebiliyor kadın ruhunda…
Gülten Akın erkeğe yüklenmiş olan tanrılığın farkında ve bunu da sorguluyor o dönem şiirlerinde;
“Biz güneşe bakamazdık demek öyle
Küçük turuncu solgun
Şu adamı ölçüsüz Allah bilirdik
Demek öyle bodur yuvarlak solgun”.
Evet bir farkına varış, bir sorgulayış… Soru sormaya başladı mı insan, yanıtın peşine de düşmüş demektir. O zaman, görülmeyen de görünür hale gelecektir.
İşte görünenler:
“Onlar
Yalınkat adamlar kalabalık adamlar
En yalnız kadınlara söz arasında
Ya da boş gözleriyle aralıksız
En kötü sevgilerini sunuyorlar
– Bana gel sonra git bana gel”.
Ama hayır bu böyle olmamalı. Ama nasıl?
Peki kadınlar “sütten çıkmış ak kaşık mı?” Hiç mi suçları yok, bulundukları yerde olmak gerçekliğinde? Gülten Akın bunu da sorguluyor;… Kadınlar binlerce yıldır gözyaşı döküyor, ağlayan şarkılar söylüyor, kocalarının önünde el pençe divan duruyorsa, egemen sistemin istediği gibi davranıyor, kendisine verilen rolü, itirazsız oynuyorsa, ve bu durum yanlışsa, kadının hiç mi suçu yok?.
“O kadınlar kendini tüketme okullarının
Ezberci küçük kızlarıdır hiç değişmezler
Oynar kara kılıcıyla saçlarından
Ölüm, umutlanır ama ürker”.
Kadının durumunu kabullenişine yöneltilen bu eleştiri, her ne kadar bir uyarı haliyse de bir durum tespitinde kalıyor. Bu durumdan kurtulmanın yolu ya da yolları doğrultusunda öneri içermiyor.
“Sürgündür o kadın hayata sonsuz isyanlarıyla
Git, gidemez. Dur, duramaz. Oysa
İnsanın gidip durmaya belli bir noktası olmalı”.
Gülten Akın bağırmaz. En haklı olduğu yerde bile sözcükleri bir hüzün perdesiyle sarılıdır. Çığlıklarını sessiz ama etkili sözcüklerin harfleri arasına gizler ve duyulmasını bekler. Çünkü hüzün onun doğasının “mütemmim cüzü” yani ayrılmaz parçasıdır..
Egemen sistemin farkındadır ama bu farkındalığı onun bir savaşçı olarak kılıcını çekmesine yetmez. Çünkü onun kılıcı sadece sözcükleridir. Yumuşak ve acıtıcı sözcükler. Anadolu’nun pek çok yerini görme imkânı bulmuş olması, Akın’ın Anadolu kadınının yaşamlarıyla da buluşturmuş, egemen sistemin eziciliğinin yanında yoksulluğun da ağır baskısıyla ezilen kadınlar; ölü kadın suretleriyle Akın’ın şiirinde yerlerini alırlar. Doğa, ayrılık, sevgi, kadın sorunları gibi temaları işleyen ilk şiirlerini 1956’da “Rüzgar Saati”nden sonraki şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirlerinde büyük ölçüdü folklor öğelerinden yararlandı. Şiir üzerine yazılarını biraraya getiren “Şiiri Düzde Kuşatmak” (1983) kitabında, halk kaynağına inme isteğini, “Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak” sözleriyle açıklar.
“Birisi diyordu: Ölü defter
Ölü kadın ölü kin ölü sinek
Kentlerdeki anaç ölüleri
Hangi sıkı taban götürecek”.
Kadınların yanı sıra çocuklar ve bütün insan yüzleri, hayatları Gülten Akın’ın şiirini beslemiş, şair kendi hayatına kattığı öteki hayatları da yaşayarak onların sesi olmuştur.
Gülten Akın bir ayrıntılar şairidir aynı zamanda. Sokaklarda, kırlarda, kentlerde çimenlerin, çocukların kadınların, erkeklerin ellerinden tutarak dolaşır. Onların gözlerinden bakar gökteki bulutlara, yerdeki böceklere.
Ama nesnelerle arası pek iyi sayılmaz. Çünkü onun ana ekseni insan ve insanın yaşadıkları ve insan yaşatılanlardır temel olarak.
Gülten Akın’dan, kimi zaman 40 kuşağının şairlerinden, kimi zaman da İkinci yeni şairlerinden biri olarak söz edilmiş olsa da, o kendi kozasında kendi özgün şiirini derinleştirerek geliştirmiştir.
Burada gelenek ya da Antoloji dışı bir şair olduğunu vurgulamak istemiyorum. Tersine Gülten Akın, şiir geleneğimizi çok iyi özümsemiş bir şairdir. Şiirindeki sağlam kurgu, dize işçiliği ve yapı kurmaktaki başarısının yanı sıra, derin yapıyı da önemseyen bir şairdir.
İnsani kaygılarının yanı sıra toplumsal kaygılar da şiirinin ana ekseninde yer alır.
Biz de yandık
Çünkü yandı halkımız
Boğulduk halkın boğulduğu sularda
Ve çocuklarımız
Onlar birer birer vurulduğunda
Can, evinden yozudu binlerce”.
Bu şiirde de olduğu gibi, Gülten Akın bir “durumlar” şairidir daha çok. O işaret eder, gösterir.. Bu nedenledir ki şair, şiirlerinde işaret ettiği sorunların ana eksenini irdelemeyi değil, onları sergilemeyi seçer çoğunlukla. Neden sonuç ilişkisiyle fazlaca ilgilenmez. Toplumla ilgili kaygıları vardır, bunları aktarır ama dönüştürme ile ilgili önerilerin üzerinde fazlaca durmaz.
“Körleşme diyor telefondaki ses
bakmadan yürüyüp gidiyoruz
ırmak yanımızdan akıyor,
dağıttığımız boşa gittiğini sandığımız
sözcükleri bir bir derleyerek
bir gün yeni bir yatak
açmak için kendine
umutlanıyoruz.
Büyücü değiliz
Değiştiremiyoruz
akarken akarken yanımızdan
ırmak değiştirir umuyoruz”
“Kuş Uçsa Gölge Kalır”
Ama bu durum, onun toplumla ilgili kaygılar taşımadığını göstermez. Gülten Akın şiiri toplumsal duyarlığın şiirden ödün vermeden şiirde nasıl yer alması gerektiğinin göstergelerini de taşır.
Doğan Hızlan, bir yazısında şöyle der, Akın şiiri için; “1940 toplumcu gerçekçi şiirini iyi özümsemiş, halk şiiri geleneğinden etkilendiği halde halk şiirinin basmakalıp ifadelerine şiirlerinde yer vermemiş son dönem Türk şairi. Anadolu insanın şiirini yakalamayı amaç edinmiş gibidir şiirlerinde. Belki de bundan ötürü bazı şiirlerinde halk söyleyişleri aynen kullanılır. “
Bu ifadede de belirtildiği gibi, o insanına insani halleri işaret etmek, uyarıcılık görevini yerine getirmek için, şiirden ödün vermeksizin anlaşılır olmanın yollarını aramış ve bulmuştur da. Şairin,Kırmızı Karanfil 1956-1971, Ağıtlar ve Türküler 1972-1983 ve Uzak Bir Kıyıda 1984-2003 adlarıyla çıkan kitaplarındaki şiirler de bu tespitin örnekleriyle doludur. Gülten Akın şiirinde önemli izleklerden biri de Anadolu insanını ve kültürünü geleneksel motiflerden de yararlanarak, modern şiir anlayışı ile yansıtmasıdır.
Zeynep Oral, bir yazısında bu durama şu ibarelerle değinir; “Anadolu’da gözlemlediklerini, dışlananlara, ezilenlere, yok sayılanlara, sesini duyuramayanlara, güçsüzlere “ötekilere” duyduğu yakınlık ve duygudaşlıkla, örmüştü, dokumuştu şiirini… Yalnız anlam açısından değil, işleyiş açısından da… Geleneksel halk şiirinin, Anadolu deyiş ve dilinin tüm nimetlerinden yararlanarak kendi özgün dilini oluşturmuştu.”
Gülten Akın’ın toplu şiirlerinin yer aldığı “Seyran” ve öteki kitaplarına gelecek olursak; Aynı yazıda Zeynep Oral, şunları söyler; “Seyran Destanı”, “İlahiler” ve “42 Gün” kitaplarındaki şiir ve düz yazılar, bireysel olanla toplumsal olanın iç içe geçtiği, her sözcüğün, her dizenin taşıdığı anlamı çok daha ötelere, çok daha derinlere taşıdığı anlardı. Belge niteliğiyle bir uyarı, elden hiç mi hiç bırakmadığı “inceliklerle” ilaç niteliğinde…”
O’nun kitapları “incelikli ama sağlam bir şiirin, toplumun dertlerini ve acılarını yüreğinde yaşayan bir “kadın ve ana” duyarlılığının örnekleri ile doludur. Özellikle “42 Gün” O’nun politik duruşunu kanıtlar niteliktedir. “. “42 Gün”de Gülten Akın 80 döneminde Mamak’ta mahkum olan oğlunu, açlık grevini ve bir devrimci anası olarak diğer analarla birlikte yaşadıklarını destanlaştırmış. Şair duyarlılığının üstüne bir de ana duyarlılığı eklenince ortaya politik duyarlığın doruklarında dolaşan bir kitap, şiir ve düz yazı metinlerden oluşan “42 Gün” çıkmıştır.
“Ama bedenimiz fırtınalar içindeydi.
Dünyayı siren sesleriyle çığlıklarla dolduruyordu sessizliğimiz.
Nedir ki bağıran beş on kişi, asıl sen susana sor.
Susana sor, bedeni ne biçim bir sarsıntı, deprem içindedir.
Ve ne kıyametler boşaltıyordur havaya toprağa.
Sonra işkenceler, açlık grevi . Mamak artık, içerde ve hapishane dışında direnişin somut bir varlığına, çaresizliğin tezgahında dokunan bir başkaldırının fotoğrafına dönüşür. Oğlu açlık grevinde olan ana kendi yediğinden utanır:
“Ben değil sofraya ölüm oturdu
Peynir yedi beni, zeytin yedi beni
Ekmeğe uzandım, ellerim düştü
Elmadan gözlerim yandı, kör kaldım
Su değil su değil sel aldı beni
Ben değil sofraya ölüm oturdu”
Sennur Sezer’in deyimiyle; ’42 Günün Şiirleri'(1986) yse yalnız bir tanıklık, 12 Eylül’e açılmış bir parantez değildir. Belirli bir dönemde dünyanın her kıtasındaki faşist uygulamaların benzerliğinin şiirsel yorumudur. “
Gülten Akın’a , Türk şiirinin “Destan Anası” demek çok da isabetsiz olmasa gerek. Üstünde yaşadığımız toprakların belirli dönemlerini destanlaştırarak, şiirin toplumsal belleği tazeleme işlevini de başarıyla gerçekleştirmiş bir şair o. 1972’de kitaplaşan ‘Maraş’ın ve Ökkeşin Destanı’nda 22 Şubat 1919’dan 12 Şubat 1920’ye kadar yaşanan döneme,, ‘Ağıtlar ve Türküler’de (1976) 12 Mart dönemine, ‘İlahiler ise (1983) 12 Eylül dönemine tutulan birer aynadır. 2007’de yayınlanan; Celâliler Destanı ise 1980’lerde yazılmış. Gülten Akın, kitabın “Sunu”sunda şöyle diyor; “Celâliler Destanı ise koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bir dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıldı.
“İmparatorluk onmadı bir daha. Cumhuriyet ve onunla başlayan devrim süreci dışardan ve içerden nedenlerle ‘İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ amacına ulaşamadı. Gerçek bir demokrasinin koşullarıysa bir türlü oluşturulamadı.
“‘Celâliler’ yeniden türedi. Çoğaldı. Karşı kalkışmalar kanla, acıyla, hışımla sindirilmeye çalışıldı.”
Celaliler Destanı da daha önce yayımlanmış olan; Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı ve Seyran Destanı’nın devamı niteliğinde görmek olası. Şiirsel doku olarak benzerlikler taşıyan her üç destan da tema olarak 1980 sonrası yaşanan acıları eksen almış. Aynı zamanda Anadolu insanının tarihsel süreçteki acılarına, yoksanmışlığına ve direncine de tanıklık etmiş. O nedenle bu şiirlere Türk şiirinde Nazım Hikmet’le başlayan destansı söylemin sürdürülüşü olarak da bakmak mümkün.
MARAŞ’IN VE ÖKKEŞ’İN DESTANI’NDAN*“
“Bir Komogenim ben,
dik başlı ve mağrur
Bin kez başkaldırdım Doğu Roma’ya
Sonra Türkmen oldum Afşar boyundan
Moğol önünden kaçtım
Kaçtım Maraş’a düştüm
“Yüzüğüm mühür benim
Çektiğim kahır benim
El oğlunun yüzünden
Yediğim zehir benim”
Maraşlı Ökkeş’in destanını bir ben söylerim.
Adamın su gibi akanıdır Maraşlı
Biberde çeltikte pamukta elleri
Sim işler, oyma yapar, edik diker gibidir
Sinsin oynar, halay çeker, diz kırar gibidir
Kuşanıp ava giderken
Bataktan alırken turacı
Giyinip çarşıya varırken
Kara şalvar ak işlik
Gözleri ışığı ve geceyi paylaştırır
Kaşları onuru ve sevdayıAdamın su gibi akanıdır Maraşlı”
2007’de yayımlanan, “Kuş Uçsa Gölge Kalır”, son on yıldır yayınladığı olgunluk dönemi şiirleri çizgisinde. Zeynep Oral, söz ettiğimiz yazıda şöyle söylüyor bu şiirlerle ilgili yorumunda: “Gülten Akın’ın 90’lardaki şiir kitapları “Sevda Kalıcıdır”, ” Sonra İşte Yaşlandım “, “Sessiz Arka Bahçeler” sanki bir hesaplaşmadır. Kendiyle, toplumla, ülkeyle, dünyayla bir hesaplaşma… Hem de “Onardım kendimi geri çekmelerle / Yaşamı da seni de seviyorum” diyecek kadar… “Bir roman kadar uzun bu tümce, / Sonra İşte Yaşlandım ” diyecek kadar yürekli bir hesaplaşma…
“Seni sevdim, seni birdenbire değil, usul usul sevdim
‘uyandım bir sabah’ gibi değil, öyle değil”
diye başlayıp
“Seni Sevdim. Artık tek mümkünüm sensin”
diye biten “Seni Sevdim” şiiriyle taçlanan bir dönem… “
1995’de yayımlanan “Sonra İşte Yaşlandım”’dan başlayarak yayınladığı şiirlerde Gülten Akın, hüzünle dokunmuş, imalarla gelişen, lirik bir ses yakalamıştı. Yaşlandığını düşünen, hisseden bir kadının gözünden hayatın, dünyadaki değişimlerin ve ev-aile-gündelik hayat çemberinde sıkışmışlığın yansıdığı şiirler çoğunlukta.. Duru bir sesle, sakin bir tavırla kendinden, bireyden daha çok söz ediyor, doğayla, hayatla, ölümle, nesnelerle ilişkisini anlatıyordu. “bende bir gülten kaldı / hangi bağa diksem yabancı” dediği “Kuş Uçsa Gölge Kalır”’da bu çizgisini sürdürüyor. Bir söyleşisinde şöyle yanıtlıyor bir soruyu;
“Ben eskiden beri aynı şeyi yazıyorum. Birbirine yakın şiirleri yazıyorum. İster bir toplumsal özü işleyeyim, ister bireysel bir şiir yolunda gideyim ikisinde de o dediğinizi, yani insana ait olan şeyi yazıyorum. İnsana ait olan şey hangi zamanda ve hangi yerde ve nasıl yazılırsa yazılsın. Yerel olanı siz söylemek istiyorsunuz herhalde. Yani daha çok şairler yerel olanı yazıyorlardı, toplumsal olduğu zaman da yerel oluyordu, bireysel olduğu zaman da çerçeveleri dardı. Şimdi daha geniş bir çerçevede yazdığımızı söylüyorsunuz yani. Valla bunu kendim için pek düşünemiyorum. Belki ilk dönem şiirlerimde daha çok kendim vardım. Ama daha ilk başlarda o kendimin ve dar çerçevemin şiirini kırdım.
Benim şiir anlayışım hiç değişmedi. Ben her zaman anlamın peşinde koşan bir şair oldum, anlama önem verdim. Dolayımı geniş bir şiiri yazmayı istedim. Dar dolayımlı, sisli şiirler de yazdığım oldu. Bu ister istemez benim ideolojimin bir yansımasıydı, günün özelliğiydi, yani hayat bir şeyleri bana dayattığı zaman ben ondan kaçamadım, kaçamazdım. Ben onları yazarak aşmak zorunda kaldım. Yani en azından kendi içimde bunu yapmaya çabaladım. Dünyaya bakışım değişmedi ama onu ifade ediş biçimi, anlatış biçimi zamanla değişti. Söylediğim gibi bu dış etkenlerle de oldu.”
Bilge bir şiirdir, Gülten Akın şiiri biliyor olmanın alçakgönüllü duruşudur ona bu sözleri söyleten. Gülten Akın, sonlananın, gidenin, bitenin, yenilenin şiiri değildir aksine hep umut barındıranın yeniye kucak açanın, kavuşmaya avunanların şiiridir. Onun şiirleri, toplumsal gerceklikle iç içe akan, ama asla kabalaşmayan, sloganlaşmayan, sertleşmeyen, öfkelenmeyen, hınçını ve hırsını baştan başa durulukla giydirip sunandır.
Hüzün hep vardır dizelerinde,arka fondan yalnızlık uğultusu siner kulaklarınıza bu kalabalıklar içerisinde sıkışıp kalanın,bunalanın yalnızlığı değildir her an kaybedecekmiş gibi tutunanların korkusunu hissettiren yalnızlığın,titreşimleridir.
Yaralanır,kırılır ama her defasında yaralarını sağarak kırıklığını onararak çıkar gelir dizelerden.. Dar zamanlarin, ince seylerin, yazın bittiğinin, yağmurda Üşüyen ıslak serçelerin şairi.olan ve şiirini hayattan çıkaran şair Gülten Akın, yeni kitabında da yine güne değiniyor. Her gün önümüzden akıp giden hayata duyarlı, incelikli ve özgün bir bakışla yaklaşıyor. Ancak bu duyarlık, bu farkındalık belli ki yalnız kılıyor onu… Ama has şair zaten her zaman yalnız değil midir? Yalnız ve kimselerin olmadığı kadar kalabalık.
“yaşlı bir şairin gösterdiği uçlar
kilise müziği, siren sesli küçük oğlan
kır menekşeleri, Halep asması
kavaklar, zeytinler, rüzgâr
hindiba toplayan çingene kızı
puhu kuşu
ağır taşlardan geçirilen su
henüz duruyorken…
bende bir gülten kaldı
hangi bağa diksem yabancı.”
Siz bakmayın onun “hangi bağa diksem yabancı” deyişine kendine.
Şiirimizin Destan Ana’sı Gülten Akın’a daha nice şiir devşireceği bağ bozumları ve daha nice şiirler dileyerek
Akköy Dergisi-2009 Temmuz, Ağustos-Gülten Akın Özel sayısı
Category: Deneme, Köşe Yazıları, Yazın