Niçin Yazarız? / John Updike
Bir kurşunkalemi düşünün. Ne kadar sessiz, hünerli, narin, küçüktür ama mucizeler yaratır! Onun bir dokunuşuyla dünyalar vücut bulur; tehlikesiz bir kaplan, ağırlığı olmayan buharlı bir silindir, masrafsız bir saray.
John Updike
Konu başlığım, bu sanat festivalinde kendimi kısaca anlatma olanağı sunuyor bana; “Niçin yazarız,” sorusu karşısında, “Niçin olmasın,” demeli ve başka şey söylemeden yerime oturmalıydım.
Ama bunun yerine, dakikalar harcamadan, kendi kendine esrarengiz biçimde yirmi yıla yakın zamanını “yazı” denilen oldukça bencil ve keyfi bir eylemle geçirerek ekmeğini kazanmış bir adamın içindeki sorunun keşfine çıkmayı umuyorum. Yazının, etrafımızı çepeçevre saran toplum üstünde nasıl bir yarar sağladığına ve eğer şanslıysa da yazara arka çıkmasına ilişkin oldukça farklı bir soruyu gözden geçirmek niyetinde değilim. Eskiler, şiir ile yazının amacının eğlendirmek ve öğretmek olduğunu söylüyordu; Aristoteles, ne kadar korkunç ve acıklı olursa olsun, hâlâ büyüleyici bir kavram niteliğindeki dramatik devinimin duygularımızdaki marazi, kişisel, öznel katışıklıkları ruhsal arınma yoluyla en nihayetinde silip süpürdüğünü öne sürer. Duygudaşlığın, kurmaca ötekilerin yaşamıyla özdeşleşerek artması, çoğu kez anlatının hedefi olarak ortaya konur; D.H. Lawrence, her zamanki hararetli üslubuyla, “Ve burada, esaslı biçimde ele alınmış romanın engin önemi yatar. Roman, duygudaş bilincimizin akışını bilgilendirerek yepyeni alanlara yol açar ve duygudaşlığımızı tamamen ölmüş ve solgun nesnelerden ayırmamızı sağlar.” Kafka, kitabın içimizdeki donmuş denizi kıran bir balta olduğunu söyler. Burada, kendi yüreğinin en derinlerinde buz kesilen denizi kastetmiş olmalıdır; öte yandan, Kafka’nın kendi sanatının baltası (bu, Max Brod’un ölüm sonrası başkaldırışı olmasaydı eğer, Kafka da onu yanına, mezarına alacaktı) öbürleri için benzer bir amaca hizmet etmiştir. Acı dolu ve azizlere yaraşan bu çile çağdaştır, eski zamanların yüce ve ahenkli ozanlarına ve saray şairlerine oldukça uzaktır. Şaubert’in Louise Colet’e yazdığı mektuplardan birine kulak verelim:
Ben, işimi tıpkı bir çilecinin göbeğine kadar uzanan saçlarının kaşıntısını sevdiği gibi, çılgınlık ve sapkınlık derecesinde bir aşkla seviyorum. Bazen, kendimi bomboş hissettiğimde, sözcükler ağzımdan dökülmeyince, sayfalar dolusu karalamadan sonra aslında tek bir tümce bile yazmadığımı anlayınca kanepeme öylece yığılıveriyorum ve oracıkta şaşkınlıkla uzanıyorum, çaresizlik batağına gömülürken kendimden nefret ediyorum ve beni böylesi bir umuttan sonra kalp çarpıntıları içinde bırakan bu çılgın kibir için suçluyorum. On beş dakika sonra ise, her şey değişiyor; kalbim neşeyle çarpıyor. Geçen çarşamba, yattığım yerden doğrulmak zorunda kalarak mendilimi gidip aldım; gözyaşlarım sicim gibi akıp gidiyordu suratımdan. Kendi yazdığımdan duygulanmıştım; betimlediğim duygu, onu betimleyen deyiş ve o deyişi bulmuş olmanın verdiği doygunluk; hepsi birden, en büyük hazzı tecrübe etmeme neden oldu.
Basında çalışan gazeteciler ve senaryo yazarlarını saymazsak eğer, iki yüz milyon nüfuslu varlıklı bir ülkede, ancak yüz Amerikalı erkek ve kadın yaşamını yazarak kazanabiliyor.
Eğer, yazarın uğraşı buysa, insan onun niçin daha keyifli bir iş bulmadığını merak edebilir; ayrıca insan, yazarın, salt kendine ait ürünü için, gene kendini niçin satışa çıkardığını da elbette sorgulayabilir.

Çoğu insanın yazmanın propaganda olduğunu varsayması akla uygun bir durum. Elbette toplumcu gerçekçi, “delikanlı traktörle tanışıyor” romanları gibi kötü propagandalar ve Hıristiyan melodramları ya da Horatio Alger ve Samuel Smiles gibi kapitalist başarı öyküleri gibi modası geçmiş propagandaların olduğunu da kabul ediyorlar. Ancak tıpkı herhangi bir kristal parçasının dikkatlice bir mukavvaya ya da yongaya işlenmesi gibi birtakım iletilerin tasarlanarak öykü içine yedirilmesi de su götürmez bir gerçektir. Ülkemde, bir öğrenci ya da öğretmenden bir kitabımda ne demek istediğimi soran; özellikle yontarak kısalttığım birtakım tümcelerin ayrıntılı açıklamasını isteyen mektuplar almadığım; ya da bilirkişi konumuna yakıştırıldığım çoğunlukla tanrıbilimsel ve/ya da cinsel konularla ilgili konuşma yapmamı isteyen davetler almadığım bir gün geçmiyor. Hemingway ya da Saint-Exupéry ya da D’Annunzio gibi, Camus’nün belki de bu geleneğin son örneği olduğu kahraman yazar kimliği, Amerika’da yerini eğitimci yazar kimliğine bıraktı. Yazarların büyük bölümü ders veriyor; bunların birçoğu yazarlık dersi veriyor; yazmak, kitabın ölüm haberinin kulağa çalınmasına ve yazılan sözcüğün cenaze çanı gibi tekdüze çınlamasına karşın, üniversitelerde büyük bir ısrarla öğretilir; herhangi bir yazarın ders verebileceği varsayılır ve zihindeki o saf akademik bilgiler, “yazıların” ta kendisi, bir elekten geçip de yeterli kalitede bulunursa, eğitsel tasarının temelleri olarak çalışma alanında öncelikli yerlerine konur.
İnsan, nazikçe ama kararlılıkla sorgulayan, eğitiminin mesafeli ama işler durumdaki öğesi olarak durumunu doğal karşılayıp bunu kabul eden bir mektup-yazarına, onun görevinin gerçekte bilgi edinmek ve kendisine ait dönem ödevini ya da doktora tezini ya da eleştirel yapıtını açıklamaya yarayan bir denemeyi aydınlatmak olduğunu söylemeye nasıl cüret edebilir; ayrıca insan, çarçabuk anlatılabilen bir iletinin eksikliğinin, aslında çoğu kez, iletinin ta kendisi olduğunu itiraf etme cesare- tini nasıl gösterebilir; çünkü ağzı sıkılık da bir yazar için en az anlatım kadar önemli bir araçtır; öyle ki, bir anket sırasında aceleyle doldurulan çoktan seçmeli bir madde, yalnızca yersiz sayılmayıp yazarın gerçek eylemine de uygunsuz düşer; çünkü bu eylem, oldukça ilginç biçimde özel ve seçicidir, son derece yüce bir bildiriden çok, aslında bir şeytan çıkarma ve masal uydurma meselesidir; öyle ki yazar, en iyi biçimde, yaşamın kendisi kadar belirsiz ve kesif bir durum ortaya koyar; burada açık sözlü olmak gerekirse, yazının toplumsal yararı, yazar için öncelikli olarak her nasılsa yazar olarak yaşamını idame ettirmek için birkaç iş olanağı –Avustralya’da birkaç devlet bursu– ortaya koyması nedeniyle önemlidir.
Basında çalışan gazeteciler ve senaryo yazarlarını saymazsak eğer, iki yüz milyon nüfuslu varlıklı bir ülkede, ancak yüz Amerikalı erkek ve kadın yaşamını yazarak kazanabiliyor. Öyleyse, Nobel Ödülü’nü1 kazanmak söz konusu değilse bile, ülkenin böylesine küçük, seçkin temsilcilerden oluşan bir zümre tarafından sahiplenilmesi, en azından tinsel aristokrasinin yararlı hizmetlerini sorgulatmaz mı? Gerçekte yazarın görevi, sesini duyuramayan milyarlarca insanın vicdanı ve elçisi olmayı üstlenip insanlık adına konuşmak değil midir? Bu anlayış ilgi çekicidir ve çoğu Rus birtakım yazarlar, yeteneklerinden bütünüyle ödün vermeksizin öylesine bir yüceliği amaçlar. Ancak genel olarak, Sartre ya da Faulkner gibi bir yazar önemli bir insana dönüşüverince, onların sahip olduğu ve çevrelerine gösterecekleri özgül bilirkişinin yerini de iyi niyetli bir boşboğazlık doldurur.

Yabancı bir ülkede kürsüye çıkıp konuşmaya cesaret ettiğim son yer, dinleyicileri arasında iri cüsseli beyaz bir adamın coşkun sorusu karşısında, insan soyunun genel ıslahının ve öldüresiye kusurlu kendi ulusum içindeki toplumsal koşulların bile düzetilmesinin bir yazar olarak benim esas dürtüm olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığım Kenya’ydı. Bir yurttaş oy verir, oturumlara katılır, din seçiminde özgürlüğü destekler; vergi öder ya da vergi kaçırır ve kendi başkanından bile daha cömertçe yardım derneklerine katkıda bulu nur. Ama bir yazar olarak kendi adıma, sanatsal amacımı insani endişem içindeki bütün alanlara yayma girişimi ve bu uygulamanın doğruluğu için amacın yüceliğini temsil etmek, kuşkusuz, sahip olduğum herhangi bir toplumsal yararın da zarara uğramasına zemin hazırlayacaktır. Bu, Sovyet işçi kamplarını gören Soljenitsin’in başına gelmiştir; ırkçı polis devletinin gerilimleri, çelişkileri ve zorbalıklarından büyük zarar gören Bayan Gordimer ve Bay Mtshali2 için de bu durum geçerlidir; toplumsal protesto ve bir reform umudu ise, onların tanıklık ettiklerinin en derininde gizlidir. Yazarın tanık oldukları tamamen duruma bağlıdır. Soljenitsin’in Sovyet devletine dair ortaya koyduğu açık ve yürekli meydan okuma muhteşemdir; ancak İlk Çember gibi bir roman, kör ışık altında şartlandırılmış ve –kabul edelim ki– şovence bir havaya büründürülmüş bir kınamanın ötesinde bir güvence sağlar bize; bilinmeyen bir dünyanın kapılarını açar; ve insanın belli bir çeşit siyasal düzen altında nasıl yaşadığına ilişkin karmaşık ve yalnızca dolaylı olarak ortaya çıkıveren bir kınamanın tasvirini sunar. İlk Çember’in klostrofobik ve kalabalık kurşuni dünyasını düşündüğümde, Henry Miller’ın yüz kızartıcı Paris romanlarındaki dokuyu anımsarım. Burada da, Miller’ın tarif ettiği üzere, insan koşullarının herhangi siyasal iyileştirme umudunun yok olmasına karşın, gerçeği ve gerçeğin –eski ve nahoş ancak hâlâ hayati bir gerçek– açığa vurulması için yadsınamaz bir arzuyu elimizde tutarız. Miller ise, kendi yolunda şehit düşer: Tıpkı Soljenitsin’de olduğu gibi, onun yapıtları da kendi anayurdunda yayımlanmamıştır.
Nerede duruyorsak orada yazmalıyız; her nerede duruyorsak yaşam da tam oradadır; ve her ne kadar dar olsa da, yaşamın taklidi, bildiğimiz üzere, bizim tek alanımızdır. Kenya’da, simgesel olarak Üçüncü Dünya diye adlandırılan, sayıca çok geniş halkların konumlandığı köşede, Amerika’ya özgü o sahne üstünde otururken, itham edicimin ağzından dökülen tüyler ürpertici ve yazarlıkla kendi deneyimim arasında uzaktan yakından ilgisi olmayan kendini beğenmiş açıklamalara kulak veremediğim için kendimi suçlu ve afallamış hissediyorum; ama benim endişelerimin –hayatta kalabilmek, gelişme göstermek, kendi küçük evrenimi gene kendime ve öbürlerine eğlenceli kılabilmek; başarısızlığa uğra mak, başarısızlığa uğrayacaksam da eğer, ne sanatsal korkaklık ne de tembellik aracılığıyla bunu tecrübe etmek; denemelerimdeki bütün dizgi yanlışlarını yakalamak, kitaplarımı içerikleriyle birlikte hem çarpıcı hem de adil bir biçimde yayımlamak; sözcükleri, boşlukları ve kurgulanmış gerçeklikleri daha önce tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen bir örgü halinde düzenleyebilmek, yayımladığım herhangi bir tümceyi savunabilmek– onunkine kıyasla öylesine aşağılayıcı olmasından dolayı kendimi mahcup hissediyorum. Ama bir kez sahnenin dışına çıktığım zaman (bir yazarın ara sıra olarak bulunması gereken yerdir) daha az mazeret belirtmeye çalışırım ve benim, iyi niyetiyle sorgulayan, adama ve aynı dinleyici grubunun içinde, Amerika’nın hem gerçek hem de sözde günahlarının kefaretini ödemesi için bana bel bağlayan sessiz suratlara; mektuplarıyla bana yalvararak yedinci sınıfa geçmelerini sağlamamı isteyen hazin öğrencilere bile inanırım – bu insanların hiçbiri benim uğraşımdan zerre kadar bir şey kavramıyordur.

Öyleyse niçin yazarız: Hemen ardından da soralım; bu denli bağlılık niçin? Çünkü başımıza gelen kişisel kazalar, bizi daha önce var olan bağlayıcı bir zanaata doğru sürükler; en önemlisi yaşamda böylesine bağlayıcı bir silah var ve biz de ona bayılıyoruz.
Bir kurşunkalemi düşünün. Ne kadar sessiz, hünerli, narin, küçüktür ama mucizeler yaratır! Onun bir dokunuşuyla dünyalar vücut bulur; tehlikesiz bir kaplan, ağırlığı olmayan buharlı bir silindir, masrafsız bir saray. Bütün çocuklar, kurşunkalemlerin ve tebeşirlerin büyüsüne kapılır; birkaçı da bu büyünün etkisinden asla kopmayacak ve sanatçı olmayı deneyecek. Ben de bir zamanlar renkli camdan avizenin altındaki yemek masasında, heyecandan şişmiş bir küre gibi resim yaparken kendinden geçen bir çocuktum. Bize hem zamansal hem de uzamsal olarak öylesine uzak kalan o çocuğu ne heyecanlandırıyor? O, kendine hayal edilemez gelen bu kürsünün başından ayrılıp iki felsefi duyumsama arasında var olarak boy göstermekte artık.
Birincisi, taklit yerine geçmeksizin hak iddia eder; benim resmettiğim kedi, yiyecek bulmak için dalaşmak zorunda kalmadı ya da arka verandaya gelen gerçek kediye gönlünü kaptırmadı. Ben resim yaptığım zamanlarda dünyada var olan sınırlı sayıdaki mal mülkü yeniden düzenlemenin ötesinde dünyaya bir şeyler katıyordum. Büyük Buhran sırasında, yoksulluk kıyısında yaşam mücadelesi veren bir orta sınıf aileydik; babamın, rekabet derdinde patırtı dolu o zor durumundan kendimi sakınırdım; kurşunkalem ve kâğıt, öteki oyuncakların tersine ucuzdu.
Ve ikincisi, kurşunkalemle çizilmiş bir dünya çeşitli bağlantılara olanak tanır. Bunun eski bir örneğini, ne zaman bir düzyazı ya da şiir derlemesini bir araya topladığımda ya da birbirinden farklı olaylarla izlenimleri tek bir öykü biçimine getirmeye çalıştığımda, keyişe şöyle anlatabilirim: kâğıdın bir yüzüne çeşitli nesneler çizerdim –çiçekler, hayvanlar, yıldızlar, tost makinesi, sandalyeler, çizgi roman karakterleri, hayaletler, burunlar– ve onları çizgilerle, iki çizgiyi içeren bir yol ile birleştirirdim; böylece hepsi birden olanaksız bir ağacın dalındaki meyveye dönüşürdü. Bu yaratıcı eylemin bana öylesine güçlü bir biçimde keyif verdiği yaş aralığını tam olarak anımsayamıyorum; derlemeler yapma isteği, parçaları bir araya toplama, insan zihninin oyunbaz ve sanatsal yönünü işaret eden derin, şid detli bir arzudur hiç şüphesiz. Ne kadar derin olursa, bir öyküyü başından sonuna kadar dinlemek ya da farklı şeylerden ortak benzerlikler çıkarmanın naçiz esrikliği de şiddetli bir arzu oluşturabilir. Proust, hiç şüphesiz, estetik cennet kuramının temel taşını benzetme yapmıştır ve Platon, onu doğru kavrıyorsam eğer, benzer nesneler dizisinin ortak bir özelliği bulunuyorsa onların da kendi içlerinde ayrı bir mevcudiyeti olması gerektiğini duyumsamıştır; tıpkı bizi dünyaya getiren idea gibi, dünyayı algılayışımız içindeki adcılığın kâbusundan ayrı tutulması gerektiğini hissetmiştir. Yine de bir kurşunkalem ve bir kâğıttan insan ortaya çıkarmak, bir mağaranın duvarına kanla bizon resmetmek kadar büyülü bir eylemdir; nahif, gölgede bırakılmış ve el yordamıyla yazgının peşine düşmüş bir çocuk bu noktada bir şey ele geçiriverir ve dahası göklere yükselmiş övgüyü derinden yaralar.
Sanatsal hareketi, içte uyanan benlik ile ona karşı uyanan madde dünyası arasındaki varoluşum diye tanımladım; ama hiç şüphe yok ki, insanın ailesini memnun etme isteği erken yaşlarda ortaya çıkar ve davranışları ne kadar can sıkıcı ve ortaya koyduğu eserleri ne kadar tatmin edici olursa olsun sanatçı hayatı boyunca içinde dünyayı memnun etme isteği taşır. Biz, sözgelimi, Henry James’in çok para kazanmayı umduğunu keşfettiğimizde ve James Joyce’un da kendi hakkında çıkan bütün incelemeleri okuduğunu öğrendiğimizde şaşıp kalırız. Sanatçının kişiliğinin anlaşılmasının uyumsuz bir kararsızlığı vardır: O bir mağara adamıdır; ancak mağarasında da düzenli biçimde yaşamını sürdürmeyi umut eder. Mahremiyet gereksinimi ve tanınma gereksinimi: Bir çocuğun hassasiyeti her iki gereksinimde de kendini gösterir ve biraz önce anlattığım o yalvarış dolu mektuplara karşı gösterdiğim tepkideki hareketli belirsizliği rahatça hissedebiliyorum –insan, mektup almaya can atar ve onları yanıtlamakta gönülsüz davranır. Ya da (en iyi bildiğim yazınsal sahneye bir miktar gönderme yaparak) her deyimiyle sevgimizi ve yakınlığımızı daha da cezbedici kılan, Saul Bellow’un bir solukta okunan hararetli kurgusu ve Bellow’un şahsi, hafif mağrur ve farklı derecede huysuz kişisel alanı arasındaki çarpıcı tezatlığı düşünün. Ayrıca, J.D. Salinger, bir kitaptan zevk alan okurların o kitabın yazarına telefon ederek yazara ulaşmalarını öneren bir başyapıt, Çavdar Tarlasında Çocuklar (Gönülçelen) kaleme almış, sonra da ömrünün geri kalan yirmi yılını telefondan uzak durarak geçirmiştir. Bir yazar, hiç kuşku yok ki doğal yaradılışının getirdiği kusurlardan, dünyayla tek bir kademede iletişime geçmesini sağlayan, bir kulaktan çok bir ağız kadar derin görünen, mağara biçiminde bir organ yaratmıştır. Kısmen, belki de yazarın kendi bilinçaltının yine yazarla rüyaları aracılığıyla iletişime geçmesi gibidir. Çünkü geribildirim olanakları yanıtlanması gerekmeyen mektuplara, telefon defterine alınmayan adlara, hücum eden yıllık kitap incelemelerine ve verilmemiş ödüllere indirgendiğinden, böylesi bir iletişim, en sağlam kişisel değişim haricinde, daha da dürüst sayılabilir; buna karşın, çarpıtmaya ilişkin fevkalade olanaklar da kontrolsüzce boy gösterir. Burada, yazarlığın oldukça gizli ve ayıplanabilir bir iki hoşnutluğunu dile getirirken, öylesine inatçı, karşı koyan ve aşağılayıcı dünyanın da düzeltilen, iyi ayarlanan, hatta kulağı hafif çekilen ve arındırılan bir taklidin rolüne soyunduğunu itiraf etmiş bulunuyorum. Gerçeklikte yenilgiye uğrayan imgelemler bütünüyle şımartılabilir; durumun engellenmesiyle yön değiştiren eğilimler de bir sona ulaştırılabilir. Benim durumumda ise, çoğu kez beni şaşırtmayı beceremeyerek, kurgusal karakterlerimin özgün bir biçimde hayatımda peşi sıra boy göstermesine karşın, kendi kurgularımın kâhince bir özelliği bulunduğunu fark ettim. Biz, aslında, hem gizli bir varoluş durumundan yola çıkıp hem de bellek üstünden yazarız ve yıllar sonra o ağırkanlı yaşamlarımız, tüyler ürpertici bir sadakatle, gerçeklikte kendini dışa vurur; örgüler ise bizim hayal ettiklerimize yansır.

Ne var ki, renkli camdan avizenin altında kalemini oynatan tutku dolu o çocuktan çok hızlı bir biçimde uzaklaştık. İnsanın, çoğu kez gerçekliğe başvurmanın rahatsız edici gereksinimi olmaksızın, bir kalemle hem yazıp hem de çizebileceğini ergenlik çağımda keşfetmiştim. Bunun yanı sıra, yazılı sayfaların altındaki mağara, bir çizim defterinin altında bulunandan daha çok çeşitlikteki alana ev sahipliği yapar. Benim yazarlığım, kendi düşünceme göre, yalnızca görsel belirginliğin el yordamıyla resim biçimine bürünmesiyle ilgilenmekle kalmıyor; kitapların nesneler olarak uzamda, tıpkı bir kanaviçenin üstündeki biçimler gibi, kendi içlerindeki olayların ve insanların bir araya gelip nasıl tasarlandığıyla da uğraşıyor. Ben bu yöntemi önermiyorum; bu, belki de ilkel anlatı dürtüsünün bir sapkınlığıdır. Hikâye anlatıcılığı, bütün tasvir gücü nedeniyle, müzikle birlikte zamanın da ortamını paylaşır ve belki de sözü geçen bu anlatıcılığın dehasının, onun en merkezi dönüşümünün zamanla, ritimle ve yankıyla yakından ilgisi vardır; bu da, tıpkı bir senfonide olduğu gibi yönlendirilip donatılarak, tablodaki gibi donakalmaksızın, zaman duygusuna gönderme yapar.
Ancak insan kazandığından daha çoğunu veremez ve biz de yazılarımızda, deneyimini edindiğimiz estetik duyumları öbürleri adına yaratırız. Benim durumumda, bunlardan bazılarını şöyle sıralayabilirim: Dürer ya da Vermeer’in çizgesel kesinliği, Henry Green’in düşüncesiz-ve-isteksiz atmosferi eşliğinde sözlü ve ruhsal inceliği, Proust’un eğretilemeleri, Kafka’nın ve Joyce’un esrarengiz somutluğu, çözülmüş bir matematik probleminin bileşenlerine dağılıvermesi, özenle dokunmuş gizemli bir öykünün çözülmesi, bilimkurgunun dünyayı hor gören etki alanı, gerçekten nükteci bir sayfa yazının insanı gözyaşlarına boğan etkisi. Yazmak, gerçek anlamda, pek de önemli olmayan şeyler ortaya koymamıza olanak sağlar: bizi güldürür, bizi ağlatır ve eğer pornografikse ve biz de oldukça gençsek orgazma ulaşmamıza neden olur. Bunun yanı sıra, elbette, uykuya dalmamızı da sağlar ve bu uyutucu etki, yazarın toplumsal amacının sıkça öne atılan tartışması sırasında bile her zaman gözardı edilir; bunun, yazının en yaygın ve kullanışlı etkisi olduğunu sanıyorum –kitap, az sıklıkta karşımıza çıkan yalazlı bir kılıç ya da bir ışık huzmesinden çok, bir uyku öncesi içkisidir. Yararı ne olursa olsun, toplumun birtakım bireyleri bizim ürünümüzü satın almak isteyecek kadar faydalı bulsun; ama bana göre, söz konusu öbür insanların refahı, onlarla iletişim, onları asilleştirme ya da radikalleştirme ya da dehşete düşürme ya da onları uyuşturma insanın yazma eylemindeki birincil nedeni olduğunu öne sürmek ikiyüzlülük olur.
Hayır, her hevesli yazarın size söyleyeceği gibi, bir yazarın asıl istediği şey eserinin basılmasıdır. İnsanın, belirsizce ve gelişigüzel sürdürdüğü yaşamın içindeki değişen izleri yazılı hale –metale ya da ofset baskı makinesinin icadıyla oldukça gizemli biçimde elektriklendirilen bir kauçuğa– dönüştürmek; dilin çift kat büyüsünü, kendi izlenimlerimizin mekanik çoğalımını ve oyunbaz yapıları bir başka varlık alanı içinden geçirerek katmerli ve uzaklara yayılan bir varoluşa; bizim işgal ettiğimizden çok daha geniş bir alana, kuramsal olarak sonsuz bir alana taşımak: Bu aslında, bizi masalarımız başında tutan bir alarmın melodisidir, bizim kasvetli uyarlamalarımız, bizim telaşlı uykusuzluklarımız, sözlüklerimiz, ansiklopedilerimiz ise yapayalnız ve fuzuli emeğimizdir. “Bir yığın kitap yazmanın sonu yoktur; ve böylesine yoğun bir çalışma bedenin bitkin düşmesi demektir.” İnsan, mütevazı biçimde iyi donatılmış bir kitabevine girdiğinde bile hissedilen bir bitkinliktir bu. Ama böylesi bir durum ancak ticaret ile sanayi dünyasını içerir ve yazarın benliğini heyecanlandırarak onun sınırlılığı üstünde bir zafer yanılsaması bırakan imalat ve dağıtım döngüsüne dair farklı fani hayallerin uyanmasını kapsar.
Bir çocuk olarak kendi özdeğim ve iletim haline gelmenin nasıl olduğunu bulmak için yaşamama karşın, yazma isteğim böyle başlamadı; gerçekte bu istek, sözü geçen özdek ve iletimden kaçarak baştan sona daha iyi bir dünyaya sığınma arzusuydu. Ben on üç yaşındayken, evimize The New Yorker adlı bir dergi alıyorduk ve ben bu dergiyi öyle çok seviyordum ki bütün dileğimi ve çabamı ortaya koyarak kendimi dergi tarafından kabul edilebilmek için elleri mürekkepten kapkara oluncaya kadar, büyük bir köşede hararetli bir biçimde okuyan biri haline getirmiştir. O noktada, varlığın şekli değişmiş biçimini düşlerdim ve “yazarın yaşamı” denen şeyin bende somutlanacağını düşünürdüm. Benim hayalim, bu düzlemdeki baskıcı konumum ve yeryüzünün yarısını dolaşarak dünyaya tanıklık etmemi sağlayan birinci sınıf uçak biletleri kadar bütünüyle gerçeklikten uzak değildi. Ama sizden hepten riyakâr bir biçimde istemeyeceğim tek şey, bir yazarın yaşamına ilişkin haksız, kuşkulu ve hatta korkak bir durumu kabul etmenizdir.
Sanatçılar arasında, bir yazarın araç gereci en yakınında olmalıdır – hepimizin az çok kullandığı dil gözden en az ırak olandır; dilbilgisi ve yazım kurallarına biraz dikkat ederek acemi insanların olağan maceralarını dile getirebiliriz. Bir ressam nasıl resim yapıldığını öğrenmelidir; onun atölyesi keskin kokulu simyacıyı andıran malzemelerin olduğu ve insan gücünün önemli olduğu bir yerdir. Müzisyenin uzmanlaşmış ilminin iksiri ve kişisel becerisi ise çok daha göz korkutucudur ve deneyimsiz olana daha az uygundur; ve bu nedenle de yazarın hünerinden, her nasılsa, daha az bozulmaya yüz tutar. Yazarlara kıyasla ressam ve müzisyenlerin çok azı başarılı dönemlerinden hemen sonra başarısızlığa uğrar. İşimizin sırrı haince bir incelikten geçer; bizim sanatımız, acemice kulağına çarpan her şeyden dünya yaratmaya çalışan uslanmaz, çocuk ruhlu bir amatördür ve “profesyonel yazar” deyişinin ta kendisinin de pis bir anlamı vardır. Hilaire Belloc, yazarlıktaki güçlüğü anlatırken, meslek olarak değil, hobi olarak görüldüğünü söylemiştir. Yazarlık, tarif ettiğim gibi, azim dolu bir oyun temsilidir.
Dolayısıyla, şimdiye kadar dili iyi kullanmanın verdiği keyiften, dilin anahtarını elinde tutarak kullanımın muhafızı sayılan ve doğruluğun yürütücüsü addedilen yazardan hiç söz etmedim. Bu ne kadar sıklıkla öne sürülürse sürülsün3 yeterince gerçekçi bir kanı gibi görünmez bana. Dil, sokakta ve sözlü basında yayılıp gelişir ve iyi yazılmış kitaplar dilin yönünü bulmasında son duraktır. Yazar çoğunlukla sakıngan biçimde, konuşma dilini izler. Adımın kitap eleştirilerinde sözcük karalayan olarak tanımlandığını görüyorum. Bu doğrudur; çok dilli esnekliği ve güzel bir şans eseri, iki imparatorluğun bir sonucu olarak, dünya çapındaki değeri ile İngilizcenin içine doğmuş olmaktan minnettarım. Ne var ki sözcük karalarken İngilizcenin esnek dilbilgisi ve verimli anlamdaş sözcüklerinden çok, ortaya çıkarmak istediğim, bazı deyim ve bölümlerin gerçeğe dönüşme olasılığının başka bir gerçekliği taklit ederek ortaya çıkarma olasılığından az da olsa hakkıyla sahiplenildiğinde ve evcilleştirildiğinde ortaya çıkacak olan potansiyeldir..
Pascal şöyle der: “Doğal bir söylem bir ihtirası ya da etkiyi betimledikten sonra okurken, insan kendi içinde, daha önce orada olmasına karşın, bilmediği şeyin gerçekliğini hisseder. Dolayısıyla insan, bize bunu hissettirebilen kimseyi sevmeye de yatkındır; çünkü o bize kendi zenginliğini değil aslında bizim zenginliğimizi göstermiştir.” Yazarın direnci kendine ait değildir; o, arkasına dünyayı alarak sayfanın öteki tarafındaki okurların arasından geçerek akan, kendini öylesine konumlandırmış bir suyoludur. Bu suyolunu tertemiz tutmak onun zahmetli görevidir; yazma ediminde adsız olmak yazarın şöhret arayışının da sonu demektir.
Öyleyse, kurnaz kişisel hırslar ve grafik temsil uygulamalarının getirdiği çocuksu bir büyülenmeyle yola çıkarak, sesli biçimde kendi kendimi haklı çıkarma arayışı içinde, mahcup bir özgeciliğin içine düşüverdiğimi görüyorum. Bir etki bırakma isteğiyle işe başlayan insan, en sonunda o noktadan kusursuz bir şeffaşık yaratmak ve kendini bütünüyle, tıpkı bir mercek kadar işinin ehli bir biçimde odak noktası haline getirmek için o etkiyi yok etmek ister. İnsan, ün peşinde koşarak işe başlar ancak her şeye –her okşayıcı ilgi, konuşma ve bilge bir adamı temsil etmek için gelen her davete, benliğin ve de bedenin her açlığına– ilişkin korkunç bir sabırsızlık hissiyle sona erer; üzeri yavaşça kararan ve dünyanın bizi çevrelediğini ve sınırlarımızı aştığını gördüğünde kendinden geçmişçesine sersemleten bir sabırsızlık Yazar, o belirsiz ama incinebilir ve bir zamanlar yitip gitmiş gerçeğiyle, yazar olmadan önce sürdürüyor olduğu değerli hayatıyla başlar işe; ama –yılların işleyişiyle birlikte o içi boşaltılan– ilk etkiler eşliğinde, anlamsız olmasına karşın, kendini hâlâ bir yazarın rolünde, sıradanlığın beklenti içindeki okurları ve hiç şüphesiz bir iletişim alışkanlığı içinde konumlandırılmış olarak buluverir. Bir yazar olarak işte tam o noktada bu hayattan göçüp gider ve hareketsiz kültürel salt bir nesneye dönüşür; ya da benliğini, bir bakıma, deneyimin acemi cereyanına ve zihninin saf faaliyetlerine yeniden sunarak dünyaya gözlerini açar. İlgili olmayı sürdürmek –Amerikalı romancılardan yalnızca Henry James, yaşlılığında bile sanatını geliştirmeyi sürdürmüştür; birçoğu ise, gerçekte, en iyi romanlarını erken yaşlarında ya da hemen hemen erken dönemlerinde kaleme almıştır. Hayattayken yaşadığımız enerji gelgitleri: başarı da hiç kuşkusuz en az başarısızlık kadar hayal kırıklığına neden olur; böylece devinim ve öngörü yaratma beklentisinin gücü giderek azalmaya başlar. Neredeyse tek başına kalan yazar, bu yitimden getiri de kazanabilir. Gevşek benliği içinden daha yüksek sesle çağlama fırsatı da yine yazarındır. Çünkü onun bu çağlaması asla bütünüyle kendine ait olmamıştır; o bu durumun fazlasıyla kaynağı olduğu kadar bahanesi de sayılır. Küçük bir zorbanın, bir kalemi ustaca kullanmasından duyduğu haz, kendi içinde, bir kalem olma durumuna karşı her zaman duygudaşlık taşır; yazar, her geçen gün kendini bir araç olarak düşünürken, onun aracılığıyla zaman ve yer de adından söz ettirmeye başlar. Eksilmek ve daha çok aktarmak, enerjiyi bilgelikle tazelemek –yaşamının orta yerini geçmiş biri olarak böylesi bir umutla– niçin yazıyor olduğumun gerekçesidir.
Çeviren: Deniz Gündoğan İbrişim
1 Ödül o yıl Avusturalyalı Patrick White’a verildi.
2 Oswald Mtshali, Zululu şair. Hem kendisi hem de Nadine Gordimer Adelaide Festivali’nde yer aldı.
3 Iris Murdoch tarıafından 1972 Blashfield Konferansı’nda öne sürüldü.
kaynak: oggito.com
Category: Deneme, Köşe Yazıları, Yazın