Nihat Ziyalan, Janset Karavin masabaşı bir söyleşme hali…

| February 13, 2015 | 0 Comments

“Pucca okuyan yığınlarla okuma-okunma sorunu aşılmaz, birileri köşeleri döner.” J.K

Nihat Ziyalan, Janset Karavin ile bir söyleşi gerçekleştirdi, söyleşi benim de çok beslendiğim bir söyleşi oldu; söyleşi edebiyat dergilerinden birinde geçtiğimiz aylardaki sayılarında yayınlandı. Paylaşmak istedim.

 

Nihat Ziyalan: Sevgili Janset Karavin (bu asıl adın mı?) seni ben buldum biliyorsun. Facebook’taki şiirlerini, yazılarını okuyunca çarpıldım ve hemen sana yazarak, bu güzelim şiirleri Facebooktan çekmeni rica ettim. Gerçi Facebook çöplüğünde pırlanta gibi parıldıyor ama gene de fazla. Adlarının önüne şair diye yazanların manzumeleri varsın salınsın orada. Sağ olasın beni birazcık dinledin.

 

jansetJanset Karavin: Evet, tanışmamız bu yolla oldu; sizin ilginç tanışma hikayeleriniz olduğu rivayeti de çalınmadı değil kulağıma, aklımda, soracağım size… İnternet aslına bakacak olursanız yaşantımıza henüz giren çok da geç girdiğine inandığım, bence kullanım amacına göre olumlu ya da olumsuz bir gelişme. Demem o ki internet üzerine doğrudan olumsuz ya da koşulsuz olumlu bir görüşüm yok ancak iyi, doğru amaca yönelik kullanmaya çalışarak bu gelişmenin getirebileceği yeniliklere kendimi açık tutmaya çalışıyorum. Gene de sizi dinledim; zaten internet üzerinde paylaştığım çalışmalarım ya daha evvel dergilerde yayınlanmış çalışmalar oluyorlar yahut da tamamı değilse de, insanları bu dergi ve yayınları edinmeye teşvik etmek amaçlı parçacıkları paylaşıyorum. Hiç kusura bakmayın ama paylaşacağım da çünkü internet ortamının aynı zamanda sosyolojik bakımdan da üç aşağı beş yukarı ülke, okur ya da piyasa tabiriyle ürünleştirilen kitap nesnesinin müşterilerinin profilini yansıttığını düşünüyorum.
Nihat Ziyalan: Sonra sayfana girerek baktım. Transeksüel yazıyor. Hayatını bir süre erkek olarak sürdürdükten sonra kadınlığa geçmişsin. Bizim toplumda yadırganan, bana göre imrenilecek bir durum. Bir sanatçı olarak erkek ve kadın duygularını gerçekten yaşayan birisin. Yazarken bunun kıyağını görüyor musun?
Janset Karavin: Fiziksel olarak erkek, diyelim müsaadenizle. Bu konuda ne ön yargılarım ne de çekincelerim yok, düzeltmemi yanlış anlamayın. Sizin için değil toplumun geneli için yaptığım bir düzeltme bu çünkü insanlık ne yazık ki henüz kimlik sorunlarını aşamamış, primitif bir yapıda; zaten yeryüzünde kapitalizmin hâkimiyeti de bunun bir ispatı olarak dağ gibi önümüzde dikiliyor hayatın her alanında.
Meselenin yani benim cinsiyet kimliğimim edebi çalışmalarıma yansıyış biçimine gelince, evet elbette çok faydasını gördüm. Şöyle ki, erkek kamuflajında bir kadın olarak koyu kahve, at yarışı, futbol hatta karı kız muhabbetlerinin enini boyunu, dibini ucunu gördüğüm gibi, çevremde sürekli yani geçiş öncesi ve sonrası, yaşamımın tüm evrelerinde dostluğum olan kadınlar oldu. Bu özel durum bana yazım esnasında diyalogların nefes alıp vermesi, hayata dokunması gibi fırsatlar sunuyor; bana gelen olumlu tepkiler bu yönde. Ayrıca karakter oluştururken birçok yazarın düştüğü karşıt cinsiyette karakter oluşturma güçlüklerini yaşamıyorum doğrusu çünkü hayatta ya da kağıtta insanı insan olarak algılıyor, kadın ya da erkek oluşu ayrıntılarını ardından görebiliyorum. Bunu özellikle dile getirdim çünkü hayatta da gözlemlediğim o ki, insanlar önce bir kadın ya da erkek görüyor ve ardından bu kadın ya da erkeği konumlandırmaya çalışıyorlar kendi yaşamlarında…
Nihat Ziyalan: Yapıtlarını okurken muhalif-anarşist bir söylem gördüm. Bu beni etkiledi. Kısa sürede ünlenecğine, edebiyatımızdaki yerini alacağına inanıyorum. Kaç yıldır yazıyorsun? Dünyanın Öyküsü’nde öykün yayınlandı (abonem bitti galiba okuyamadım) biliyorum, diğer dergilerin tutumu nasıl? Gönderdin mi? Kitabını niçin kendin basıyorsun?

 

Janset Karavin: Hep muhalifim, doğru çünkü anarşistim. Bir partiye, bir siyasi görüşe falan muhalif değilim, yeryüzünde kurgulanan kapitalist düzene muhalifim. Kapitalizm gelip geçici bir süreç; gelip geçmek zorunda ancak çok büyük hasar bırakıyor insanlığın vicdanında, var oluşunda ve fiziksel olarak da yeryüzünde, varoluş hafızasında. Bu hasarı en aza indirgemeye çabalamaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok şu çağda ne yazık ki ancak biliyorum ki bir gün miadını dolduran kapitalizm insanlığın algısındaki ilerleme sayesinde yerini, anarşiye bırakacak. Bu ülkeler, sınırlar, ulus ya da yakın gelecekte var olacak şirket devletler, bayraklar, din ve cinsiyet kimlikleri yok olacak ve tek değer insan olmak olacak.

 

Hoş dilekleriniz için teşekkür ederim. Ön görülerinizin doğru çıkmasını hem umarım hem de ummam çünkü herkesin tanıdığı bir yazar olmak; sokakta tanınmak, sağa sola girip çıkmakta bana güçlükler getirebilir. Ben çok severim ya da kentsel dönüşüm vesilesiyle severdim demeliyim belki de, Tarlabaşı başta olmak üzere birçok varoşta en olmadık yerlere girip çıkmayı.
Statüko ile sorunlarımız sürüyor. Varlık misal, yarım senedir bekliyorum ki yayın akışlarına aldıkları öykümü yayınlasınlar. Bundan başka statükonun karşısındaki birçok dergiyle aram iyi, pek sevişiyoruz. Edebiyatı bir sektör haline getirmeye çalışanları sevmiyorum. Ülkedeki okuma sorununu aşmanın yolunun yazarın ve eserinin metalaşması olamayacağını düşünüyorum. Pucca okuyan yığınlarla okuma-okunma sorunu aşılmaz, birileri köşeleri döner.
Mesela yarım senedir bekliyorum yayın akışına alınmış öykümü VARLIK yayınlasın diye. Doğruyu söylemek gerekirse statükoya karşı acımasızca kin gütmekteyim. Yazmak isteyen gençlerin önünde bir kapitalist sermaye duvarı olarak dikiliyorlar. Doğrudan bu insancıklara derim ki: “Yapmayın, yaşamak para değildir, öleceksiniz, onurunuzla göçün. Ne kadar didinirseniz didinin bizi öldüremezsiniz, biz ölümsüzüz…”
Kitabımı kendim mi basıyorum bilmiyorum. Kendi kitabımı basmak için yola çıkmamıştım ancak basılmaya değer hiçbir şeye erişemeyince, bir çöplükle karşılaşınca kendi kitabımı basmaya karar verdim. Düşülke adında bir yayınevi kurduk malum. Kendi kitaplarını basmak için yayınevi kurdu diyen şoparlar sizin kitaplarınızı da Düşülke kitaplığında görünce yamulacaklardır tahminim o ki. Az sabredecekler, babamız zengin değil, biz elimizi aslanın ağzına sokup bağırsaklarından alıyoruz ekmeğimizi.
Kapitalistler sevmediler yazdıklarımı ezcümle. Yatak maceralarını anlatan, geçmişinde Harbiye kaldırımları olan bir travesti bulamadıkları için pazarlamaya pek uygun görmemişlerdir sanıyorum. Belki de muhafazakârlığın yükselişi benim varoluşumun pazarlanmasını engelliyordur, ürkmüşlerdir. Neyse zaten pezevenk değil yayıncı aramıştım bir müddet ama sonra bir elin parmakları kadar yayıncıya karşılık her köşede üç beş pezevenk olduğunu görünce vazgeçtim.

 

Sevgili Nihat, şu ilginç tanışma öykülerinizden birisi de Çirkin Kral’la tanışmanız diye biliyorum; hem bu vesileyle Yılmaz Güney’den, hayatınızdaki yerinden hem de bilmeyenler için edebiyat mesaisine başlamadan evvelki sinema emekçiliği yıllarınızdan bahseder misiniz?

 

Nihat Ziyalan: Yılmaz Güney’le ilgili sorunu yanıtlamadan önce; Masabaşı Sohbeti’ni dinleyen veya okuyanlar için beni heyecanlandıran yazılarından biri:

sevişmek uykudan hayırlıdır

Yaşamaktan kaçmak için gözlerimi hiç ayırmadan bakıyorum gözlerinin içine; belki bir kapı vardır, açıverirsin, alıverirsin beni de içine.

sabah ezanıyla sevişelim
es-salatu hayrun mine’n nevm!
sonra belki kahvaltı ederiz çatıda
sen ben votka
düşünürüz
neden hiç duvarlara yazılmadı ki bu memlekette Lorca
susarız sonra belki
belki çatıdan bile atlayabiliriz el ele eğer istersen
istersen sevişirken de yuvarlanabiliriz Haliç’e
Eyüp’te evliyalar yatırlar sultanlar
Kasımpaşa’da emzirdiğimiz delikanlılar
Şişli’nin piçleri
Çukurcuma imamlarının süt kesiği kızları
ve dahası
Harbiye’nin geç açan bahar çiçeği kaldırımları
bir tabutta gömerlerse bizi
ve
yas tutarsa ardımızdan saat satan kara derili Afrikalılar
ben gülümserim senin yerine
ağlamayasın ayçöreğine içlenip
düşerken ben sayar fısıldarım kulağına: bir artı bir eşittir hiç!

hadi kalk
sevişmek uykudan hayırlıdır

8 mart ’13 Çatma Mesçit

 

Nihat Ziyalan: Adana baharında okula kapanmak çok sıkıcıdır. Hele benim gibi, yazdığı birkaç şiirle kendini dünyanın en büyük şairi sanan biri için! Üstelik dünyanın en büyük ressamlığını da kimseye kaptırmamak için, suluboya takımım koltuğumun altında, Kanal Köprü Durağı’nın karşısındaki manavcıktan aldığım bir kesekâğıdı hıyarla, körpe körpe gidip, bir ağacın altına çöreklendim. Ayaklarımın dibinden akan kanaldaki yansımama baktım, anadan doğma ressam canım!
Resim defterimdeki suluboyamı daha da sulandıran zerreciklerle irkildim, kim lan bu diye baktığımda, dizinin altındaki kara donundan su sızan, turfanda patlıcan burnundaki gülüşle merhaba diyen, hemen arkadaş olunacak biri. O da pantolonumun altındaki kara donumu görmüş gibi… Gecekondu çocuklarıyız yani.
Mersin’deki şair arkadaşım, kara don takımından Özdemir İnce’yi, Robert Kolej’li varsıl bir aileden Ülkü Tamer’i, uysun uymasın, sokuverdim konuşmamın arasına. Ekmek parası peşinde koşturmaktan hayatında kitap okumamış. Dar Film Şirketi’nde muhasebecilik yapıyormuş. Elbette patronun kızlarına âşıkmış. Vay be!

 

Çok çabuk ısındık birbirimize. Hemen Mersin’e gittik kaplumbağa gibi minicik bir trenle. Özdemir de çok sevdi. Annelerimiz tanıştır tanışmaz Kürtçe ağıt yakmaya başlayınca şaşırıp kaldık. Birbirlerini mi bekliyorlardı acaba? Verdiğim kitapları büyük bir açlıkla okuyordu Yılmaz. Kitap dayandıramaz olmuştum. Yazması için zorlamaya başladım. Öyküye meyilliydi. Daha ilk yazışta iyi şeyler çıkarmıştı. Bense şiir diye yazdıklarımı Yeni Ufuklar’a yolluyor, Vedat Günyol abim de basıyordu. Yılmaz da yolladı. Onunkini de bastı. Adana’ya sığamayacak kadar büyümüştük yani.

 

Dörtyol Ağzı’ndaki Kolonyacı Şükrü abiye, geleceğin toplumcu yazarı diye tanıttım Yılmaz’ı. Şükrü abi gözünden tanır adamı. Galiba en çok o sevdi Yılmaz’ı. İlkgençlik yıllarımız kardeşten daha yakın geçti. Kent kent film kutularını taşıyarak pursantaj memurluğu (adı şatafatlı kravatlı bir hamallıktır) yaptık. Bunları hep dalgamızı geçerek yapardık. İskenderun’daysak donla otelden koşup denize atlar, Antakya’da künefecinin bülbülüyle öyüşerek künefe yer, içip içip kusardık.
Çete kurmaya kalktığımızda hayatımızın düşkırıklığını yaşadık. Evinde toplantı yapmamıza izin veren abimiz meğer polise çalışıyormuş. Aramızda ev sahibi olarak o da vardı. “Amacımız zenginden alıp yoksula dağıtmak” dediğimizde, bitişik odada bizi dinleyen büyüklerimiz çok gülmüş. Polis müdürü abimiz bizi makamına çağırdı, kulaklarımız çeke çeke, “burada başınız belaya girer! Defolup gidin İstanbul’a. Orada her şey olursunuz” dedi. Polis abimizi dinledik. Yazarlıkta ünlenmek için Yılmaz İstanbul’a gitti. Ben de kısa yoldan hayata atılmak için (ne demekse bu) askere gittim. Bir kez daha söylemekte yarar var: Yılmaz İstanbul’a ünlü bir yazar olmak için gitti. Sinema aklında yoktu. Yaşamı o tarafa sürükledi onu. Bunun en yakın tanığı üçlünün ayağı Özdemir İnce’dir.
Elbette Yılmaz’ın hayatımda yeri var. Ankara’da, AST’da oyuncu olarak çalışırken, Özdemir, “git onu da artist yap,” demiş. Yılmaz geldi. “Yürü gidiyoruz,” dedi. (72. Koğuş’daki rolümü bırakarak, bu yüzden Ayberk Çölok’un kollarımı tuttuğu, canım Asaf’tan dayağımı afiyetle yiyerek) gittim onunla. Bu sırada çiçeği burnunda bir Çirkin Kral’dı. (Bu çirkin krallığın artık tartışılması gerektiğine inanıyorum. Zamanı geldi de geçiyor bile.)
Yılmaz benim için her şeyi yaptı. Ama bende “starlık” kumaşı yoktu. O yaşamında tökezlerken, on üç yılımı doldurduğum Yeşilçam’da seks filmleri furyası başladı. Böylece sinema oyunculuğuma nokta koymak zorunda kaldım. Kırkından sonra kanguru ülkesine göçmen olarak gittim.

 

Nihat Ziyalan: Sevgili Janset, ne zaman yazmaya başladın diye sormuştum. Bunu merak ediyorum. Bir de hangi yazarlardan etkilendin, etkileniyorsun? Yazmaya başlarken bir çıkış noktan var mı? Seni iten nedir?

 

Janset Karavin: Kanguru gördün mü?
Yazarak düşünüyorum, desek yeridir. Yazdığımda yaşadığımı anlıyorum. Bir gün oturup roman yazmaya başladım. Üç ay sürdü. Annem baktı bana. Üç ay sonra bitirdim, dedim. Sabaha kadar okudu. Sabah hiçbir şey demedi. O sabah romanı, o dönem tanıdığım tek yayıncıya götürüp verdim. Haftasına sözleşme yaptık, bir ay sonra basıldı roman. Kimse umursamadı elbette; umursanmak umurumda değildi. Ya 23 ya 25 yaşımda ha var ha yoktum. Öykülerimi dergilere yollamaya başladım. Kimse umursamadı elbette; umursanmak umurumda değildi. İyileştirmeye çalışıyordum sadece kendimi. Seneler sonra Galatı Aşk’ı yazmaya başladım. İki roman arasındaki boşlukta ülkenin ilk uluslararası felsefe dergisi için uğraş vermiştik arkadaşlarla kafa kafaya verip: MonoKL; işte orada tanıştığım bir arkadaş beni aradı, ‘yazıyor musun bir şey?’ diye sordu. Evet, dedim. Meğer bir yayınevinde editör olarak işe başlamış, Galatı Aşk’ı aldı benden. Sözleşme yaptık, yayınladılar. Kimse umursamadı elbette; umursanmak umurumda değildi; hâlâ değil ama artık canım sıkılmaya başladı çünkü tek itkisi önemsenmek, umursanmak olan şebeklerle dolu bir edebiyat ve sanat dünyasında çevremde sanatçı bulamamaktan, nefes alamamaktan mustaribim. İnsan insanın aynasıdır. İnsan bulamıyorum konuşacak; herkes sanatçı, herkes yazar, herkes ressam,,, herkes, herkes gibi olduğu halde yaratabileceğini sanıyor ki bu çağın hastalığı. Etkilenecek, beni etkileyen biriyle tanışamadım bu ülkede. Etkilendiklerim ölmüşlerdi hep. Keşke Salman Rushdie ya da Le Guin’le tanışabilseydim. Nesin’den sonra Eco da aptallık demeci verdi ya, moda oldu nasılsa… Bütün insanlık aptal, lanet olasıca asırda bir Lorca, bir Dali arayan bir deliyim. Çok sıkılıyorum çok!

Aslında muhasebeci olan editörler, yazarlar, ressamlar, heykeltıraşlar asrını aşıyoruz, çok sıkılıyorum. Aklıma geldi şimdi böyle deyince bak, anlatımcı şiirden yanayım demişsin, ne demek anlatımcı şiir, anlatımcılık nedir? Sadece şiirde mi geçerli bu düşüncen, düzyazıda anlatımcılık nedir? Sence lüzumsuz, çıtkırıldım bir lirizm yok mu bugün öyküde, romanda?

 

kaynak: milliyet.com.tr

Category: Söyleşi

Leave a Reply