İki Yalnız / M. Can Güney

| March 1, 2015 | 0 Comments

040

Gökyüzü bulutların oluşması için vardır
Rilke

Gözlerini hafifçe açarken sesssizliği hissetti önce. Sonra saatlerdir öylece kendini bilmez bir halde sırtını dayadığı duvarı, oturduğu halı kaplı zeminin ne kadar sert olduğunu, canını acıttığını hissetti. Alnı, çenesi, gözleri, bilinci ne yapacağını bilemeyen elleri arasında yavaş yavaş derin bir uykudan uyanıyordu sanki. Uyandıkça da üşüdüğünü hissediyor, açık pencereden gelen dalgaların sesinde, denizin ayazını tüm bedeninde duyuyordu.

Bu küçük, soğuk odada, dizleri kolları arasında gögsüne çekilmiş öylece otururken, yalnızlığıyla başbaşaydı. Oysa ne kadar çoktu, ne kadar mutluydu bir hafta boyunca. Kim bilebilirdi ki böyle olacağını. Yaşam nasıl böyle birden bire değişebilirdi.

Saatine baktı, beşe on vardı. Dizlerinin üzerine basarak bir hamlede kalktı. Önce öyle sevimli, öyle hiç bir şeyden habersiz, bir çocuk gibi uyuyan kadının yüzünü gördü. Sarı saçları dağılmış, dudakları hafifçe ayrıktı. Bacağının biri örtünün altından sıyrılmış, öylece duruyordu serin sabaha karşı.

Üşümüştür diye düşündü. Eğildi, hafifçe dokundu. Isıtmak istedi belki de. Içi ürperdi birden. Örtüyü çekip bacaklarını örttü. Uyandırmaktan korkar gibi yavaşça sokulup, ince boynunu uzun uzun kokladı. Öylece kalmak istiyordu bu sevdiği kokunun içinde. Saatlerce öylece kalmak.

Oysa gitmeliydi. Ama nasıl ayrılığa dayanacaktı. Nasıl kabullenecekti onsuz geceleri.

Uçak beş yirmide inecekti. Gümrükten geçmeleri, bavulları almaları? Altıdan önce çıkış kapısında olmalı diye düşündü. Arabayla havaalanına gitmesi bu saatte yirmi, yirmibeş dakikadan fazla sürmez diye geçirdi içinden.

Sonra birden, onu ilk gördüğü geceyi hatırladı.

Her gece olduğu gibi çalıştığı üniversite kütüphanesinde kitapları raflara yerleştiriyordu. Arka masaların birinde genç bir kadın ile bir erkek yüksek sesle konuşuyorlardı. Ilk önce ilgilenmedi. Sonra erkeğin kadını kolundan tutup zorla sürüklemeye çalıştığını farketti. Yaptığı işi bırakıp onları izlemeye başladı. Kadın gitmek istemiyor, ama gürültü çıkarmaktan ürker bir biçimde sessizce karşı koymaya çalışıyordu. Erkek zorla kaldıramayacağını anlayınca yüksek sesle, kızgın bir şekilde bağırıp salondan ayrıldı.

Sonra bir şey olmadı. Unutup gitti olanları. Ama çalışma saati bitip, kütüphaneden ayrılırken, kapının yanında ona tekrar rastladı. Kütüphanenin büyük cam kapısından dışarıya bakıp, telaşla etrafı izliyordu. Merdivenlerden tam inip gidecekken, yanına yaklaşıp, gece olduğu için otobüs durağına kadar tek başına gitmek istemediğini, onunla yürümesinin bir mahsuru olup olmadığını sordu.

“Ne mahsuru olabilir” dedi.

Birlikte yürümeye başladılar. İkisi de sessizliği bozmaya çalışmadan öylece yürüyorlardı. Kadın ikide bir birileri tarafında izleniyormuş gibi sağa, sola, arkasına bakıyordu. Yanından çok ayrılmadan yürümeye çalışıyordu. İlerdeki binanın yanında bekleyen iki genci görünce, daha çok yaklaşıp, korkuyla

“Beni bekliyorlar” dedi.

“Birşey mi var, güvenlik biriminden birilerini çağıralım mı?”

demeye varmadan iki genç yanlarındaydı. Bağırarak kadından anlamadığı bir dilde birşeyler istiyorlardı. Araya girmeye çalıştı. Gençlerden irice olanı, koluyla ittirip kendi işine bakmasını söyledi. Kızmaya başlıyordu. Ne yapacağını bilemez bir halde cep telefonunu çıkarmaya çalışırken, gençlerden birinin kadının çantasını zorla almaya çalıştığını gördü. Gençlerin önüne geçip kadını arkasına aldı.

“Ne istiyorsunuz” dedi sert bir şekilde.

Bir duraklama oldu. Otuz yaşlarında iki adam, kırk yaşlarında aksanı olan bu adama söyle bir bakıp, sanki ne yapacaklarını düşündüler. Sonra irice olanı,

“Bize borcu var, borcunu ödemesini istiyoruz” dedi.

“Ne kadar borcu var?” diye sordu.

“Iki yüz dolar” dedi kısa boylu olanı.

Cüzdanını çıkarıp, iki yüz doları uzattı onlara.

“Daha fazla bir sorun çıkarmadan paranızı alıp, gidin buradan. Güvenliği çağırdım, birazdan burada olurlar” dedi,

sakin ama kendinden emin bir ses tonuyla. Gençler ne yapacağını bilemeden birbirlerine baktılar. Sonra irice olanı bir çırpıda aldı parayı.

“Bu defa böyle kurtuldun, bir daha dikkatli ol, parayı verecek birini bulamayabilirsin” dedi.

Çabuk adımlarla uzaklaştılar yanlarından.

Işığın altında gençlerin uzaklaşmasını izlediler birlikte.

“Öğleden sonra, üç ile onbir arasında kütüphanede üçüncü katta çalışıyorum. Paran olduğu zaman bana getirirsin” dedi ve yürümeye başladı.

Kadın arkasından koşup yetişti.

“Seninle gelebilirmiyim, gidecek bir yerim yok” deyince ne yapacağını şaşırdı.

Birde kalacak yer ayarlaması gerekecekti. Sessizce baktı kadına. Otuz, otuz iki yaşlarında görülüyordu. İnce yapılı, narin biriydi. Uzun sarı saçlarını arkadan bağlamış, kot pantalonun üstüne kırmızı renkli, balıkçı yakalı, el örgüsü bir kazak giymişti. Sırt çantasını sağ omuzuna takmış öylece ona bakıyordu. Gözleri maviydi. Loş ışığın etkisiyle belki de, gözlerinin altında siyah halkalar görülüyordu. İnce, uzun ellerini gördüğünde, birden aç olabileceğini düşündü.
Bundan yıllar önce, Türkiye’den kaçarken bulabildiği herşeyle karnını doyurmaya çalıştığı iki uzun gün geldi aklına. Daha fazla beklemeden,

“Arabam yan sokakta istersen benim kaldığım yerde kalabilirsin” dedi.

Arabaya doğru yürümeye başladılar. O gece başka bir şey konuşmadılar. Eve gittiklerinde sessizce yemeklerini yediler. Sanki birbirini yıllardın tanıyan, artık konuşacak çok şeyi kalmamış iki yaşlı insan gibi, birbirlerinin varlıklarını hiç yadırgamadan sessizliği korudular. Ona kaldığı odayı, yatağını, pijamalarını, bir de terliklerini verdi. Kendisi salonda televizyonun karşısındaki üç kişilik koltuğa yığılıp kaldı.

Işıklar yeşilden kırmızıya dönüyor diye düşündü. Yavaşlamalı. Bu saatte niye hala kırmızı ışıklar yanar ki?

Üçüncü geceydi herhalde, kütüphanedeki işini bitirip, eve geldiğinde, kapıda beklerken buldu onu. Üzerinde açık renk bir elbise, boynunda bir eşarp ve yüzünde masum bir gülümseyle, kapıda karşılamıştı onu.

“Ben yine geldim” dedi.

Bir şey demeden, sanki kendi kaldığı eve girer gibi, çekinmeden, ondan önce girmişti içeriye. Çantasını koltuğa bırakıp,

“Teşekkür etmeye geldim” dedi.

Beraberinde getirdiği şarabı açması için uzattı. Kendisi, önlüğü boynuna asıp, yemekleri yapmaya koyuldu hemen. Sanki odada kimse yokmuş gibi, hiç onunla ilgilenmeden, anlamadığı bir dilde şarkılar söylüyor, dans ediyor, bir yandan da yemekleri pişiriyordu.

Adı Annushka idi, ama şimdilerde Anna diyordu herkes ona. Ukranyadan, Kieve kırk-kırkbeş dakika uzaklıkta Kirovograd kentindendi. En çok 6 yaşında oğlunu, beş sene öğretmenlik yaptığı okuldaki öğrencilerini, bir de herşeyden çok sevdiği kocasının mezarına gidip saatlerce ağlamayı özlemişti. Kocasının ölümünden sonra epeyce ayak diremiş, yaşamını sürdürmeye çalışmıştı, ama yaşam tekbaşına çocuk büyüten bir anne için hiç de kolay değildi Kirovogradta. Okuldaki en yakın öğretmen arkadaşı Avustralyadan biriyle evlenip Sidneye gelince, onun da içine bir umut doğmuştu.

Altı ay sonra, oda arkadası gibi Kiev’deki evlilik ajansının yolunu tuttu. Bir oğlu olduğunu, evlendiğini söylememesi gerektiğini öğrendi, ilk ziyarette. Ingilizcesi iyi olduğu için üç ay içinde bu işin olabileceğini söylediler. Daha altı hafta dolmadan ajanstan çağrılınca çok şaşırmıştı. On yıl önce Avustralyaya göç etmiş, Ukranyalı bir ailenin oğlu onunla evlenmek istiyordu.

Anna, Sidneye geldiğinin ikinci günü anladı aldatıldığını. Sidneyin doğusunda çalışan bir Rus mafiasının oyunuyla Sidneye getirildiğini, eğer bir sorun çıkarırsa Kirovogradta oğlunun annesiyle kaldığı yeri bildiklerini, oğlunu öldüreceklerini söylüyorlardı. Ona çok kısa sürede bir eş bulmaları bu yüzdendi. Eli kolu bağlanmış bir şekilde, ses çıkarmadan çalışıp, nereden geldiğini anlamadığı yirmi bin dolar borcunu ödemesi gerekiyordu. Yaptıkları anlaşmaya göre iki yıl boyunca haftada ikiyüz dolar ödeyerek borcunu bitirebilecekti.

Bulabildiği her işte çalışarak. Yirmi bin doları öder ödemez yaptığı ilk şey, onlardan kaçıp, Sidneyin batısında bir oda kiralamak oldu. Ilk önceleri nerede olduğunu bulamamışlar, biraz rahat etmişti. Ama sonrasında yerini bulup, haftada ikiyüz dolar istemeye devam ettiler. Bu işin içinden nasıl çıkacağını bir türlü bulamıyor, bazen umutsuzluğa düşüp, Ukranyaya dönmeyi istiyordu. Işte ne yapacağını bilemez haldeyken onunla tanışmıştı.

Havaalanına gelmişti bile. Arabasını terminalin park yerinde, kapıya yakın bir yere park edip, havaalanına doğru yürümeye başladı. Bu saatte bile havaalanı kalabalık diye geçirdi içinden.

Ikinci kez, birlikte akşam yemeği yedikleri gece, hiç uyumadılar. Sabaha karşı denizden gelen rüzgar, üstlerinde bir örtü, ellerinde şarap kadehlerinde, kendi yaşamını Anna’ya anlatırken buldu onları. Nasıl Eczacılık Fakültesi öğretim üyesiyken, Ankaranın soğuk bir sabahında, hamile karısını kapıda bırakıp, Cemseye bindiğini anlatarak başladı yaşamına. Nasıl çocuğunun doğum haberini havalandırmaya çıktığında, duvarın öte yanında bağıran arkadaşından aldığını anlattı. Nasıl yasadışı örgüte üye olmaktan açılan davadan beraat etmesine rağmen, mahkemenin sürdüğü beş yıl boyunca, oğlunu sadece on yedi kez, görüşmeden görüşmeye gördüğünden bahsetti. Dışarıya çıktığı gün eve gitmeden, oğlu için saatlerce pamuk şeker aradığını anlattı bir çırpıda.

Çıktığının ilk haftası, nasıl karısıyla kendisinin, geçen beş yılda birbirinden ne çok uzaklaştıklarını hissettiğinde, ne yapacağını bilemez halde sarhoş olduğundan söz etti. Sudan nedenlerle yeniden tutuklanmaktan ne kadar korktuğunu, bulabildiği ilk fırsatta ülkesini, sevdiklerini arkada bırakarak bir gece vakti, Ankarayı nasıl terk ettiğini anlattı.

Kaçak olarak Avustralyaya gelip sığınmacı oluşunu, İngilizce öğrendikten sonra Üniversite kütüphanesinde bu işi bulup çalışmaya başlayışını anlattı. Sonra da dört yıldır oğlunu, karısını görmediğini söyledi usulca.

O günden sonra bir hafta boyunca hiçbir yere gitmeden onunla kaldı Anna. Oda işe gitmedi. Bu bir hafta boyunca, bir daha söz etmediler önceki yaşamlarından. Ne olacağını sormadan, ne yapılması gerekiyorsa yaparak, düşünmeden, sadece yaşadılar bir bütün haftayı. Bütün bir hafta boyunca, Sidney’in her bir köşesinde yalnız olmamayı, birinin nefesi nefesinize karışırken yürümenin ne güzel olduğunu, birbirlerinin teninin denizden bile güzel koktuğunu keşfettiler. Ülkelerinden, sevdiklerinden bunca uzakta, bunca yalnız kalıştan sonra, mutluluklarının kısa süreceğini bildikleri için belki de, hiç soru sormadan yaşadılar bu haftayı.

Nerede bu kağıt diye söyleniyordu kendisine. Neredeyse cüzdanın tümünü masaya dökmüştü. Sonunda buldu, SQ 299 du, Singapore aracığıyla Istanbul’dan gelen uçağın numarası. Yirmi dakika sonra burada olurlar diye geçirdi içinden. Türkiye’den gelen yolcular C kapısından çıkacaktı. Kapıyı karşıdan görebileceği bir yere oturup beklemeye başladı. Aklında saçları, kulaklarında gülerken çıkardığı sesin mutluluğu, gözlerinin önünden uzun boynu, yürürken omuzlarının oynayışı, birbiri ardına geçip duruyordu.

Sonra birden onu gördü. Hep hasretini içinde büyüttüğü, şimdiye dek çok az birlikte olduğu, on yaşında oğlu, karısının yanında, el sallayarak ona doğru yürüyordu.

Category: Öykü, Yazın

Leave a Reply