Abanoz Sokağı
“İpini koparan İstanbul’a geliyor” deyince çok zoruma gitti. Dedim ki, “Bak ağabey, lafına dikkat et. İpini koparan ne demek? Yani, hayvana ip bağlarla… Hayvan da bir yere gitmek için, ipini zorlar koparır, başıboş kalınca da istediği yere gider. Ben hayvan mıyım ki, kaldırdın da bana bu lafı söyledin? Ben hayvansam, sen de benim kardeşimsin, ağabeyimsin. O zaman sen ne oluyorsun?
O zaman ters ters yüzüme baktı. “Ters ters bakma” dedim. “Sen de mi ipini koparmıştın?”
– Ulan, sen bana hayvan mı diyorsun!?
– Ağabey, önce sen bana söyledin…
– Ne olurdu köyde kalsaydın? Ben İstanbul’a geldiğimde iş bulunuyordu. Şimdi iş mi var İstanbul’ da!?
– Ağabey, herkes öyle der ya, neticede iş bulur çalışırlar.
– Şimdi sen iş bulup da İstanbul’ da çalışacak mısın? “
– Elbette, iş bulup çalışacağım!
– Yaa, yollara dökmüşler işleri… Bulur da çalışırsın.
– Yardım edersen, iş bulur çalışırım.
– Get işine lan! Yardım edecekmişim… Ben bakan mıyım, milletvekili miyim, bir yerde genel müdür müyüm ki, sana iº bulabileyim.
– Şimdi sen bana yardım etmeyecek misin?
– Oğlum, insan yapabileceği şeye olur der. Ben sana yapamayacağım şeye evet diyemem.
Ağabeyimden bunları duyunca, bana sanki beni çınlçıplak soymuşlar da İstanbul’un sokaklarına atmışlar gibi geldi. Ertesi gün düştüm İstanbul sokaklarına. Zayıf, çelimsiz bir adamım, inşaatlarda çalışamam. Bana bir müdürlük lazım; şöyle kayıt işi gibi. Ama, ben ilkokul mezunuyum, kim verir bana böyle bir işi? Sokaklar kazan ben kepçe, dolanıp duruyorum, ora senin bura benim derken, ismini daha önce duyduğum Beyoğlu denen yere gelmişim. Sokaklardayım, vitrinlere bakıyorum. Bakıyorum ya, bakıyor muyum, ben de bilmiyorum. Derken bir binanın önüne geldim. Üstünde Devlet … Dairesi yazılı, ismi lazım değil. içeri girip, çıkanlar var. Oraya çakılmış gibi kalmışım. Baktıkça baktım… Derken aklıma cebimdeki dört tane altın geldi. Sanki birileri cebimden çalmış gibi, elimi cebime soktum, elim mendilime sarılı altınlara değince rahatladım. Bu dört altını, İstanbul’a gelirken, henüz bir yıllık evli olduğum hanımın boynundan çıkarıp almıştım. Param biterse, iş buluncaya kadar teker teker bozdurup harcayacaktım. Yeniden yürümeye başladım, aklımda ismi lazım değil devlet dairesi.
Derken bir sokağa girdim, Abanoz Sokağı’ymış. Insanlar camlı kapıların önüne birikmiş içeri bakıyorlar. Pencereden içerdekileri seyrediyorlar. Çok utandım. Insan birisinin kapısından, penceresinden içeri bakar mı? Ama millette utanma yok. Baktıkça bakıyorlar, herkes omuz omuza. Bir müddet de içeriye bakan insanları seyrettim. Bende de bir merak oluşmaya başladı. Bu kadar insan birikmiş, öyle ya nereye bakıyorlar? Yanaştım, ben de bakacağım; fakat benim boyum kısa. Uzun boylular önümde, parmaklarımın üstüne kalkıyorum yine de bir şey göremiyorum. Bu sırada uzun boylu, geniş omuzlu, bıyıklı, gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açık, boynunda altın zincir, elinde siyah tespih olan biri geldi, arkadan bağırdı “beyler haftaym!” Geri dönüp adama baktılar, birer ikişer camın önünden çekildiler. Eli tespihli adam öne geçip, içeri bakmaya başladı. O ara ben de, kimsenin yanına yanaşamadığı eli tespihli adamın yanına yanaştım, boyum ancak koltuğunun altında kalıyor. Tespihli adam kolunu kaldırınca, kolunun altından içeriyi gördüm.
Aman Allahım! Içerde bir düzine ‘yarı çıplak kadın! Çay içiyor, sigara tellendiriyorlar. Derken kapı açıldı ve bir adam dışarı çıktı. Içerden müzik sesi de duymaya başladım. Sonra müzikle birlikte türkü söylemeye başladılar “Hani ya da benim elli gram kişnişim…” .
Yine içeri, yarı çıplak kadınlara bakıyorum. Aklıma yine ismi lazım değil devlet dairesi geliyor. O gidiyor, cebimdeki altınlar geliyor. Elimi yine cebime sokuyor altınlarımı kontrol ediyorum. Evet, altınlar cebimde. Eli tespihli adamlar içeri giriyor, önüm tamamen boşalıyor.
Şimdi ben öndeyim, burnumu cama dayıyor, içeri bakıyorum. Dünyalar güzeli bir kadın eliyle işaret ediyor bana. “Gel” diyor. Acaba bana mı diyor? Yok canım, beni tanımaz ki.. O zaman, arkamdaki adamı çağırıyor. Dönüp arkama bakıyorum, bir sürü adam…Acaba kimi çağırıyor? Alık alık arkama bakarken kapı açılıyor. Evet o! Kadın elimden tutup, beni çekip içeri alıyor.. .
Şaşırdım kaldım, ne olacak diye. Içerdeki kadınlar bana “Buyur, buyur enişte çekinme” diyorlar, bir taraftan da gülüyorlar. Ben mi enişteyim diye düşünüyorum. Kadının biri “İstanbul’a kaç gün oldu geleli” diye soruyor. Elim dünya güzeli kadının elinde cevaplıyorum, “Dün geldim”. Yine gülmeye başlıyorlar, “Hoş geldin” diyorlar, “Hoşbulduk” “Memleket nere” diyorlar, söylüyorum.
– Sizin oralarda havalar nasıl şimdi?
– Soğuk, kar yağdı yağacak
Elimi tutan dünya güzeli,
-Gelecek misin odama, paran var mı?” diyor. Anladım, paran yok
Anlıyorum, burası orası…
– Yok! diyorum,
– Niye yok?diyor. Omuzumu kaldırıyorum.
– Hadi git, paran olduğu zaman gel. Benim ismim Şükran. Unutma e mi? Paran olduğu zaman gel, ismim Şükran.
Yine gülüşüyorlar. Dışan çıkıyorum. Dışardan içeri bakan insanlar dönüp bana bakıyorlar. Birisi,
– Hangisine gittin, diye soruyor, söyle hangisine? Terlemişim, terimi silerken yüzüne bakıyorum.
– Söyle utanma! Ben de gidecem de.. Yani diyorum ki, muamelesi nasıl? Onu öğrenmek istiyorum. Benden ses çıkmayınca adam kızdı.
– De get lan, hanzo!” dedi. .
Yeniden yürümeye başladım, millet başka evlerin camlarından içeri bakıyor. Benim ak1ım yine cebirndeki altınlarımda. Elimi yine cebime sokuyor, altınlara değince rahatlıyorum, yürüyorum.
Millet camların önünde, “Şükran Ab1a” diyorum içimden, sonra pişman oluyorum “Ne Şükran Ablası! Bu düpedüz şey!” diyor, vazgeçiyorum. Şimdi İstanbul’ da üç kişi tanıyorum. Ağabeyim, onun hanımı yengem, bir de Şükran Abla. Yine Şükran Abla diyorum, düpe düz şeye hay Allah. Sokakta yürürken yine ismi lazım değil devlet dairesinin önüne geliyorum. Seyretmeye başlıyorum. Ne kadar seyrettim o ismi lazım olmayan devlet dairesini bilemiyorum ve yine yürümeye başlıyorum. Abanoz Sokağı’nda, yine Şükran Abla’nın evinin önündeyim. Çekinmeden içeri giriyorum. Kadınlardan biri içeri doğru bağırıyor,
– Kız Şükraan! Seninki geldi. Içerden Şükran Abla çıkıyor. Terlemiş mi, bana mı öyle geliyor? Bana,
– Geldin mi?. Aferin, ben zaten biliyordum geleceğini. Hadi git beş numaralı odaya, soyun geliyorum.
Gidip beş numaralı odayı buluyor; içeri girip oturuyorum. Elimi cebime sokup, mendilime sarılı altınlardan ikisini alıp, diğer ikisini yine mendilime sarıp cebime koyuyorum. Kapı açılıyor, Şükran Abla gülerek içeri giriyor.
– Neden soyunmadın?
Bende ses yok. Kapalı tuttuğum elime bakıyor.
– Ne var avucunun içinde? Ses yok. Gelip elimden tutuyor.
– Aç bakayım avucunu. Açıyorum. Iki Reşat altınını görünce eline alıyor.
– Ama bunlar çok para. Bunun biriyle bana on beºere gelirsin. Hadi git, bozdur birini para yap da getir.
– Olmaz Şükran Abla diyorum, gülüyor bana.
– Bana Şükran Abla mı diyorsun? .
– Evet, diyorum.,
Yine gütmeye başlıyor,
– Ilk defa, diyor, ilk defa buraya gelip de bana Şükran Abla diyen sensin. Ama zararı yok, çok hoşuma gitti. Yıllardır bana kimse abla dememişti, sen dedin. Söyle bakayım, Şükran Abla’dan ne istiyorsun?
-Bu altınların ikisi de senden kalsın Şükran Abla. Şu köşede bir devlet dairesi var, oraya benle beraber geleceksin, gerçek ablammış gibi davranacaksın. Personel müdürüne gideceğiz, bana iş vermesi için rica edeceğiz, İstanbul’ da kimseyi tanımıyorum. Bana torpil olacaksın. Kayıt işi gibi bir iş isteyeceğiz. Personel müdürü seni yanımda görünc güzelliğine dayanamaz, umutlanır, muhakkak bana bir iş verir. Köyden yeni geldi dersin, lütfen dersin, bu iyiliğinin altında kalmam dersin…
Şükran Abla bana ismimi sordu.
– Hamit, dedim.
– Tamam Hamit anladım. . Nereden aldın o altınları?
– Bir yıllık evliyim Şükran Abla, İstanbul’ a gelirken bizimkinin boynundan açtım. Iş buluncaya ka-ar harcayacaktım, kısmet sana imiş.
– Koy altınlarını cebine.
– Ama Şükran Abla?..
– Koy dedim.
– Gelmeyecek misin benimle devlet dairesine?
– Geleceğim ama, altınlarını almam. Onları sen, yine seninkine verirsin. Bedenim İstanbul’ da orospu oldu; ama ruhum hala tertemiz. Ama bugün olmaz. Bak, saat dört olmuş. Yarın onda buraya gel, seni götüreceğim. Ama ben de senden bir şey rica edeceğim. Zaman zaman buraya gelecek, bana Şükran Abla diyeceksin. Şimdiye kadar bana abla diyen olmadı ama ben hep abla olmak istiyordum. Akşam, ağabeyiminin Taşlıtarla’ daki evine gittim, bir şey konuşmadık, bir şey de yemedim. SabahIeyin erkenden kalkıp traş oldum.
Yürüyorum Abanoz Sokağı’na Şükran Abla’nın bulunduğu eve giriyorum. Insanlar bana bakıyorlar, içerdeyim. Şükran Abla’yı göremiyorum. Kadınlar bu kez bana gülmüyorlar. Tanımışlar beni, Şükran Abla’yı ortalarda göremeyince anladılar endişelendiğimi.
– Içerde giyiniyor, şimdi çıkar dediler.
Biraz sonra Şükran Abla çıktı içerden. Öyle giyinmiş ki, tam bir İstanbul hanımefendisi. Utanıyor, o güzel yüzüne iyice bakamıyorum.
– Hoşgeldin, çay içtin mi?
– Yok, orada içeriz. Müdür ısmarlar. Müdür olduğuna göre, biraz insandır da herhalde…
– Yürü, gecikmeyelim.
Koşup kapıyı açıyorum. Ilkin Şükran Abla çıkıyor, sonra ben. Bekliyor beni, koluma giriyor, etraf-taki insanlar dönüp dönüp bize bakıyorlar. Ismi lazım olmayan devlet dairesinden içeri giriyoruz, danışmadaki görevli Şükran Ablayı görünce ayağa kalkıyor. Ben konuşmuyorum, Şükran Abla,
– Personel müdürünü göreceğim. Danışmadaki görevli,
– Kenan Beyi mi, dediğinde, Şükran Abla evet, diyor.
– Ikinci kat, üç numara. Asansör solda.
Şükran Abla merdivenlere yöneliyor, ben de arkasından. Danışma görevlisi bir bana, bir Şükran Abla’ya bakıyor. Yırtmaçlı maksi giymiş Şükran Abla, merdivene adımını atarken yırtmacı açılıyor, kapanıyor. Danışmadaki memur, anası ölmüş gibi iç geçiriyor. Şükran Abla kapıyı tıklıyor, içerden “Girin” sesiyle giriyoruz, önde Şükran Abla. Müdür bir süre süzüyor Şükran Abla’yı, sonra ne yapacağını şaşırıyor, ayağa kalkıyor.
– Buyurun, buyurun. Lütfen çekinmeyin…
– Şükran Abla müdürün masasının karşısına, geli-yor, oturmuyor. Müdür, rica ederim oturun, diye ısrar edince oturuyor Şükran Abla. Müdür masanın etrafından dolanıp Şükran Abla’nın yanına geliyor, bana siz de oturun delikanlı diyor.
Şükran Abla’ya önce kibarca hoşgeldiniz, deyip masasından sigara getirip, Şükran Abla’ya ikram ediyor, beni unutuyor, onun sigarasını yakıyor. Şük-ran Abla bacak bacak üstüne atıyor, yırtmacı sıyrılıp açılıyor. Şükran Abla kapatmaya çalışırken biraz daha açıyor, sonra kapatıyor. Ben utanıyorum. Şimdi bunun ne lüzumu var, zaten yeteri kadar yırtmaçtan görünüyor. Mal meydanda. Kızıyorum kendime: “Ne oldu, hemen Şükran Abla’yı abla olarak kıskanmaya mı başladım? Hay Allah!” diyorum. Müdür bana dönüyor,
– Bir şey mi buyurdunuz?
– Yook.
Müdür hala ayakta. Gidip çekmecesinden kaliteli çikolata getiriyor, önce bana ikram ediyor, bir tane alıyorum. Çikolatayı yerine koyup gidip yerine oturuyor. Ara sıra Şükran Abla’nın yırtmacı açılıyor, o yeniden kapatıyor. Biraz sonra unutmuş gibi yapıp tekrar sıyrılıyor yukarı. Müdür:
– Özür dilerim, kusuruma bakmayın, ne içerdiniz? Şükran Abla,
– Çay lütfen diyor, ben de.
Çaylar geliyor, içiyoruz ama müdür beyin gözü Şükran Abla’nın yırtmacında. Sonra yırtmacını açıp kapatırken, ziyaretimizin nedenini söylüyor:
Kardeşimdir… Ilkokul mezunu. Şöyle basit bir evrak, kayıt işi için rahatsız etmiştim.
– Estağfurullah, diyor müdür, ben dilekçesini hazırlarım. Sizden sadece savcılıktan iyi hal kağıdı ve altı adet vesikalık fotoğraf ve ikametgah ilmuhaberi istiyorum. Hemen yarın delikanlı bana yetiştirsin. Şimdi iyi hal kağıdı savcılıktan üç günde de alınabiliyor. Buradan çıkar çıkmaz savcılığa gitsin delikanlı…
Şükran Abla çok çok memnun olduğunu söylü-yor, rahatsız ettiğimiz için özür üstüne özür diliyor, müdür bey de defalarca, tanıştığımızdan dolayı çok memnun olduğunu söylüyor, çıkıyoruz.
Abanoz Sokağı’nın başında Şükran Abla bana;
– Hadi bakalım durma, doğru savcılığa koş. Orada daktilo yazanlara iyi hal kağıdı alacağım, diye söyle, onlar sana dilekçe yazacaklar. On liradan fazla verme ama ablana uğramayı da unutma.
– Olur, diyorum.
Ablanın eli öpülür ya; ben de Şükran Abla’nın yüzünü öptüm, sevincimden kuş olup uçtum.
Işe gireli bir ay olmuştu, müdürüm beni yanına çağırdı.
– Ne oldu, ablanı artık hiç göremiyoruz? Doğruyu söyledim:
– İstanbul’da kimseyi tanımıyorum mudürüm. Ağzınla kuş tutsan da iş zor bulunuyor, bunu da biliyordum. Kusuruma bakma… Iş için böyle bir yanlış yola başvurdum, beni affet. Güldü.
– Vay hergele dedi, boynuma sarıldı, sakın kimselere söyleme, seni anlıyorum.
Doğruyu söylediğim için de beni çok sevdi.
Şükran Abla İstanbul’ da benim gerçek ablam olmuştu. Sadece benim değil, karımın da. İstanbul’ da doğan iki çocuğumuzun da halası. Onu yalnız bırakmıyorduk, o da bizi. Bir fahişenin dostluğundan ne olur demeyin. Ne zaman başımız sıkışşa Şükran Abla yanımızda. İstanbul gibi pahalı bir şehirde işin olsa da yaşamak zor. Çoğu zaman Şükran Abla’nın yardımıyla yaşıyorduk. Yük oluyorduk Şükran Abla’ya. Ne kadar daha sürdürebilirdik? Utanıyordum Şükran Abla’ dan. Onun sırtından geçinmemek için çareler arıyordum. Bazen kızıp küsüyordum. Yardım etmesin, o da bana küssün istiyordum, Tek nankör desin gelmesin. Ama o, çocukları özlüyor, kucak dolusu paketlerle eve geliyordu. Onlarla oynuyor, yoruluncaya kadar öpüyor, seviyor, giderken de para bırakıyordu.
Kararımı vermiştim, yük olmayacaktım bu kadına. O zamanlar Avustralya göçmen alıyordu. Başvurdum ve kabul edildim. Ailece Avustralya’ya geldik. Ama Şükran Abla’dan kurtulamadım. Ayda iki kez telefon ederdi. Özlemiş çocukları, burnunda tütüyormuş. Mektup yazıyordu:
“Bana düşmanlık ettin. Çocukları benden ayırdın. Seni affetmeyeceğim. Hani ablandım?” diyordu. Geçen yıl duydum. Her şeyin mafyası olur da kerhane mafyası olmaz mı? Vurdurmuşlar Şükran Abla’yı. Kadınları kerhane patronlarına karşı örgütlüyor diye.
Bazen düşündüm mü bunalıyorum. Yapamayacağım şeyler geliyor aklıma. Diyorum ki, her tarafıma patlayıcı bağlayayım, kendimle birlikte havaya uçurayım Abanoz Sokağı’nı.