Kuyucak’tan Yusuf ve Diğerleri / Atilla Birkiye
“İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.”
Kuyucaklı Yusuf böylece çok sevdiği karısı Muazzez’i gömdükten sonra, son bir kez daha yıllarca yaşadığı o kasabaya bakar ve “yeni bir hayata” doğru çekip gider: gönlü yaralı, üzgün ama yıkılmadan. Yusuf kolay kolay yıkılacak bir kişilik değildir; yinede çok sevdiği karısının ölümü ve başından geçen o korkunç olaylardan sonra yıkılmaması, ayakta kalması şaşırtıcıdır.
[Ama Raif Efendi büyük bir yıkıma uğrar, öyle ki sonuç ölümdür. Ömer’in ise yıkılıp, yıkılmayacağı belirsizdir ve kestirmek de güçtür; Ömer kaçar, belki bu anlamda, yıkılıp/yıkılmamak edimlerinin ortasındadır.]
Sabahattin Ali’nin üç romanında, üç güzel aşk yaşanır: Yusuf ile Muazzez (Kuyucaklı Yusuf), Raif Efendi ile Maria Puder (Kürk Mantolu Madonna) ve Ömer ile Macide (İçimizdeki Şeytan) birbirlerine âşıktırlar; ve ne güzeldir bunlara tanık olmak.
Yusuf’un bu güzel aşkı başlamadan çok önceleri, acılı yılları vardır. Gerçi acılar her insanın yaşamının birer parçası olmuştur, zaman zaman. Yusuf’un başından geçen öyle sıradan bir olay değildir. Çok küçük yaşta anası-babası öldürülmüş, o tek başına kalmıştır. Bu güçlüklere göğüs germesini bilmiştir. Hatta, eşkıyalar anasını-babasını öldürdükten sonra soğukkanlı davranmış, küçük parmağı boğuşmada kopmuş olmasına karşılık, bir gün süreyle gıkını çıkarmadan elleri kan içinde öylece beklemiştir. Şehirden gelen kaymakamla (Salâhattin Bey) konuşması çok ilginçtir ve herkesi hayretlere düşürür. Verdiği yanıtlardaki soğukkanlılık, böyle bir olayı, felaketi çok kısa bir süre önce yaşamış olmasına karşın, onun iradesidir.
“Bunları söylerken tavrında bir kalenderlikten ziyade bir irade, birçok büyük ve düşünceli adamları gıptaya sevkedecek bir irade görünüyordu. Çaresiz bir şey için, hem de bu kadar şehirlinin karşısında teessür göstermek her halde izzetinefsine dokunuyordu.”
Bu betimleme onun daha küçük yaşlarda kişiliğinin oluştuğunu ve kişiliğinin ne denli dayanıklı olduğunu gösterir. Günümüzün büyük insanları bu kadar dayanıklı değilken, o küçücük çocuk, 1903’te Nazilli’nin dağ köyü Kuyucak’ta bu durum karşısında gözyaşı dökmez.
Kaymakam Salâhattin Bey, Yusuf’u alıp evine getirir. Evde küçük Muazzez vardır; anası, dırdırcı ve hiç yetinmesini bilmeyen evin hanımı Şahinde Hanım vardır. Çevreye alışamayan Yusuf bu dırdırın bitmediği evde büyür. Babalığı Salâhattin Bey ona yakınlık gösterir. Şahinde ise hiçbir duygusal yakınlaşmada bulunmaz; o ancak, küçük Muazzez’i bırakıp gezmesini bilir. Böyle bir ortamda büyüyen Yusuf ile Muazzez’in arasında bir yakınlaşmadır başlar:
Neden sevmişti Muazzez’i, bu sevgi, bu gizli aşk onun başına işler açacaktı, belalara sokacaktı onu. (Unutulmaması gereken şu, onun başına işler açan aşk doğrudan bir neden değildi. Dolaylı olandı. Asıl neden çevresinin kötülükleriydi.) Belki bu yüzden sevgisini bir süre sakladı. Onunki bir öngörü müydü? Yoksa sınıfsal farkın (sezgisel de olsa) bilincine varmış ve işin yürümeyeceğine mi inanmıştı? Belki de bunların hiçbiri. Oysaki ilk açılan Muazzez olmuştu. Onlar, birbirlerini ilk gördükleri gün sevmişlerdi. Tabii ki bu sevgi, o yaşlardaki çocuğa özgü yakınlaşma, ağabey/kardeş sevgisiydi. Bu durum zamanla birlikte kaçabilecek kadar onları (daha doğrusu Yusuf’u) yüreklendiren bir sevgiye, aşk’a dönüşüyordu. Ama neden Yusuf, göz göre göre bu sevdiği küçük kızı Ali’ye veriyordu? Gerçi bu evlilik kızın Edremit eşrafı Hilmi Bey’in oğlu serseri/kopuk Şakir ile evlenmesini engelleyecek; kızlarını almak için oyuna getirdikleri Salâhattin Bey’i (Ali’den borç para alarak) düştüğü kötü durumdan kurtaracaktı. Doğru yaptığına, içinde bulundukları sorunu ancak böyle çözeceklerine inanıyordu; başka bir çözüm yolu yok gibiydi Yusuf için. Başka türlü Şakir ile Muazzez’in evlenmesini nasıl engellerdi? (Şakir kopuğun tekiydi. İyi bir insan değildi. Bu evliliği Yusuf’un istememesi kıskançlığından değil, Muazzez’in mutsuz olacağından, yani nesnel bakış açısındandı. Kıskansaydı Ali’yi hiç devreye sokmazdı.) Ama sezgiyle ulaşıyordu bu sonuca. Bilgili değildi, akıllıydı. Dürüst, namuslu biriydi. Bu akılcı davranışı onda küçükten beri var olan bir özgüllüktü.
Ömer, üniversite öğrencisiydi; aydındı, bilgiliydi. Ama akılcı olamıyordu, nesnel davranamıyordu. Zayıf bir kişiliği vardı, kararsızdı, bunalımlar içindeydi, suyun önüne katılıp giden cinstendi. Birdenbire âşık olmuştu Macide’ye. Bir görüşte, tanımadan, kim olduğunu bilmeden. Adeta çarpılmıştı; bu sevdalanma biçimi tam Ömer’e göre, onun kişiliğine göre bir edimdi.
Raif Efendi’ye gelince; o küçük adamdı, silikti, pısırıktı, elinden hiçbir şey gelmeyen biraz beceriksiz biraz tembelin biriydi. Ne var ki Maria’yı sevecek kadar insandı. Belki de Maria onun duygularını harekete geçirmişti. Raif Efendi, babası tarafından bir şeyler öğrensin diye Almanya’ya gönderilmiş, ancak o hiçbir şey öğrenmeden, amaçsız günlerini geçirirken Maria ile karşılaşmış ve âşık olmuştu. Basit bir kişiydi ama büyük bir aşkın içine girmişti. Bu öylesine sıradan bir gönül serüveni değildi. Yaşamının en büyük, en önemli ve onu çok mutlu eden bir olayıydı.
Muazzez’i, Ali’ye vermelerine iyice bozulan Şakir, bir düğünde Ali’yi vurur. (Ancak işi kılıfına uydurarak Şakir’i hapisten kurtarırlar çünkü Şakir egemen sınıfın temsilcilerindendir.) Ali’nin aradan çıkması Muazzez’i umutlandırdıysa da Yusuf duygularını dile getirmez, eskisi gibi içe kapalıdır. Yusuf içini açmayacak, duygularını belli etmeyecektir. Gururludur, Muazzez’i “feda” ettiği için hiçbir şey söylemez. Bu, doğru bir davranıştır. Ancak, Ömer olsaydı kaç kez Macide’nin ayaklarının dibine kapanıp yalvarmıştı. Gerçi öyle yapmadı mı? Ömer ile Macide birdenbire evlenirler, birbirlerini sevmektedirler ama Macide Ömer’in çevresinden (bunlar sağcı aydınlardır) hoşlanmaz. Nitekim Ömer onların etkisi altında karısını adeta unutur, kötü davranır; sonra pişman olur ve özür diler. Bir gün birlikte gidilen bir gazinoda karısını unutmuş başka bir kadınla ilgilenmiş, bunun üzerine romanın ikinci kişiliklerinden İsmet Şerif (romanda bu kişilikte Peyami Safa dile getirilmektedir) açıkça karısına sarkıntılık yapmış; ancak o bunun farkına bile varmamıştır. İşte bu olayla, Macide âşık olduğu ve onun için ahlak kurallarını hiçe saydığı Ömer’den ayrılmaya karar verir. Raif böylesine bir davranışta bulunacak kişi değildir. O en temiz duygularıyla sever, sever, sever. Ancak bir yanlış anlaşılmayla Maria ile bağını koparır; ama unutamaz, içine kapanır, yıllarca üzüntüsüyle birlikte yaşar.
Yusuf’un Muazzez’e böyle davranmasında haklı olan etmenler vardı. Başta, Salâhattin Bey’i içine düştüğü kötü durumdan kurtaracaktı. Bir namus sorunuydu bu. İkincisi, Muazzez, Şakir gibi aşağılık, serseri bir adamla evlenmeyecekti. Üçüncüsü de kendisinin Muazzez’e iyi bir yaşam sağlayamayacağı düşüncesinde oluşuydu ya da farklı dünyaların insanı oluşlarına inanmasıydı (bu kuşkusuz göreli bir nedendi). Yine de Muazzez, kendisi için böyle işler çeviren Yusuf’u sever, geri çevirmez; onunla birlikte kaçar. Ancak böylesine bir edimin sonucunda Macide ilişkiyi bitirir. Ömer’i bırakıp gitmeye karar verir. Bu karar onun kişiliğine uygundur. Muazzez 1910’ların genç kızıdır, Macide 1940’ların. Üstelik konservatuar öğrencisidir; yanlarında kaldığı akrabalarının iyi olmayan davranışları karşısında başını sokacak başka bir yeri olmamasına karşın, alıp başını gidecek kadar kararlı ve kötü durumlarda güçlü olmasını bilen bir kadındır. Maria ise Avrupalı’dır ve böyle bir edime kesinlikle izin vermez, özgürdür, bağımsızdır. Erkeklerin kadınlara olan davranışlarına şiddetle karşı çıkar, bu yüzden de Raif’i sevip sevmediğini bir süre kestiremez.
Her üç kadın da yaşadıkları toplumsal koşulların ve tarihsel kesitlerin farklılığından başka başka yapıdadırlar. Muazzez zayıftır, Macide akıllı ve kararlı, Maria ise onlardan ayrı ele alınmalıdır, çağdaş anlamda bireydir.
Yusuf, Muazzez’i kaçırır ve evlenir: daha fazla dayanamaz; kimden korkacaktır ki? Niye saklasın aşkını? (Ama onca zaman saklamıştır!) Ne zaman ki “Şakir sorunu” tekrar gündeme gelmiştir, işte o zaman Yusuf da patlamıştır. Aslında kaçırmasına hiçbir neden yoktur. Salâhattin Bey bu işe gönüllü olacağından ve Şahinde’nin de pek fazla bir şey yapmak elinden gelmeyeceğinden yaptığı iş anlamsız gibidir. Ancak bu bir patlamadır kanımca, çünkü Yusuf yıllarca hep içine kapalı biri olarak yaşamını sürdürmüştür; dertlerini, sıkıntılarını hep içine atmıştır, duygularını hiç açığa vurmamıştır. Üstelik bu gönül işidir ve artık dayanamaz. Bu evlilik kötü sonun, iyi ve güzel olan başlangıcıdır.
Salâhattin Bey ölür, Kaymakamlık’ta küçük bir memur olarak çalışan Yusuf’u yeni kaymakam sağa sola gönderir. Ekonomik durumu bozulan ailede, Şahinde mızırdanmaya başlar. Yavaş yavaş kızını da birlikte içkili âlemlere götürür ve işi iyice azıtır. Yusuf’un evde olmadığı zamanlar, Şakir’in, Hilmi Bey’in, Ethem’in, yeni Kaymakam İzzet Bey’in bulunduğu sazlı sözlü yemekler yenir. Açıkça Şahinde, kendisi gibi kızını da düşkün bir kadın kimliğine sokar. Yusuf ilk önceleri onunla mücadele etmişse de galip çıkamamıştır. Evde bir şeylerin döndüğünü sezinler. Yusuf gibi birisinin sezmemesi olanaksızdır. Ancak, tam anlamıyla emin değildir; karısını Şahinde’nin egemenliğinden kurtarmak ister, ne var ki bir yandan ekonomik güçlükler diğer yandan çevrenin iğrenç dümenleri onu kıskıvrak bağlamıştır. Ancak kimsenin beklemediği bir gün eve gelir, karşılaşacağı görüntüyü sanki önceden kestirmiştir.
Hepsi oradadır; bu an bir erkeğin yıkımıdır kuşkusuz, Yusuf’un da yıkımı olur ancak o soğukkanlı davranır. Kaymakam İzzet’i kamçılamaya başlar, bu sırada lamba söner ve Şakir tabancasını çekip ona ateş eder. Bundan sonra Yusuf silahını kullanır. Yusuf, böylesine bir durumda da olsa öyle -sıradan bir şeymiş gibi- adam öldürecek biri değildi, hümanistti. Şakir’in tecavüz ettiği küçük Kübra ile anasını eve almış, hiçbir kötülük düşünmeden bu garip insanlara arka çıkmıştır; Salâhattin Bey’in son zamanlarında, ona elinden gelen yardımı yapmıştı. Yusuf insanları sever; ama o, Şahinde gibi, Şakir gibi, onun adamı Hacı Ethem gibi daha birçokları gibi kötü, ahlaksız insanları sevmez. Onlara karşı savaşır, evet, tek başınadır ama savaşır. Kuşkusuz, Yusuflar çoğu zaman tek kalmışlardır ya da maddesel olarak çok güçlü değillerdir. Yusuf ateşe başlamıştır, bundan sonraki gelişim Yusuf gibi biri de söz konusu olsa, çok doğaldır:
“O zaman Yusuf da ateş etmeye başladı. Evvelâ karşısına doğru iki el sıktı ve sedirden aşağı bir şeyin yuvarlandığını duydu. Fakat bu ona emniyet vermedi. Bu karanlık odanın her köşesinde bir ölüm saklı olduğunu ve buradan çıkmak için her şeyin yokedilmesi icabettiğini sanıyordu. Zaten artık kafası herhangi bir şey düşünecek halde değildi. Uzun senelerden beri nefsine karşı yaptığı tahakkümelerin acısı çıkıyor, içinde boşandığını hissettiği bir çarkı artık durduramayacağını anlıyordu. Bu anda bütün hayatiyle, bütün muhitiyle, bütün dünya ile hesap kesiyor ve bu hesaplaşma,şimdiye kadar her şeye baş eğdiği nisbette korkunç oluyordu.”
Muazzez’i alır ve o pislikten, iğrençlikten uzaklaştırır. Ancak karısı yaralanmıştır ve bir süre sonra da ölür. Başka biri olsa Muazzez’i orada bırakır hatta ilk önce kurşunu ona sıkardı. Ancak Yusuf hümanisttir ve nesnel hareket eder. Karısının başına gelenleri yalnızca onun hatasına ya da kötülüğüne bağlamaz. Bilir ki etrafta iğrenç bir çevre vardır, bilir ki Şahinde gibi ihtiraslı, kendi kızına kötülük edebilecek kadar kendini düşünen bir kadın vardır. O halde onu orada bırakmamalıdır. Bu gelişen olaylar içinde az da olsa Muazzez’in suçu vardır, bunu bağışlamıştır Yusuf, alıp götürmesi bağışladığının göstergesidir ve halen sevmektedir karısını. Diğer iki romanda olduğu gibi bu romanda da birbirlerini seven iki insan ayrılmıştır, buradaki ayrılma ölümledir. Macide ile Ömer’in ayrılmaları farklıdır. (Çevre çok etkilidir.) Raif ile Maria’nın ayrılışı da ölümle olur. Az çok çevre burada da etkindir. Örneğin Raif Efendi, babasının ölümüyle memlekete dönmüş ancak eniştelerinin mirası bölüşmeleri ve kendisinin işlerini bitirememesinden Maria’yı yanına çağıramamıştır. (Almanya’dan ayrılırken Maria ona ne zaman istersen gelirim sözünü vermişti.) Maria Raif’in kızını doğururken ölür. Raif bunu bilmez, Maria’ın mektuplarının kesilişini başka bir şeye, onun kendisinden bağını koparmak istemesine bağlar ve yıllarca hayata küskün bir insan olarak yaşar. (Pısırık biri olan Raif, kişiliği gereği yenilgiyi hemen kabullenir.) Yıllar sonra gerçeği öğrenince de artık dayanacak gücü kalmaz, ölür.
Yusuf, Raif ve Ömer’in sevdikleri kadınları malları gibi görmemeleri şaşırtıcı ve sevindiricidir. Çünkü yıllar öncesinin insanında, şimdi bile kadın-erkek ilişkisinin kafalarda aydınlanmadığı bir sorunun, çağına göre ileride olması sevindirici ve şaşırtıcıdır. Ömer, Macide ve Bedri’nin (arkadaşıdır) dostluklarını yanlış değerlendirir ve onları suçlar. Ne var ki onun bu yanlış değerlendirmesi Macide’yi malı gibi görmesinden çok, içinde bulunduğu ruhsal durumdan, dengesizliğinden, kabaca kişiliğinin içinde bulunduğu açmazdan kaynaklanmaktadır. (Ömer, Macide’yi çok sever, yaşamını değiştirir; ancak zayıf kişiliği ve iradesizliği bu güzel, birden alevlenen aşkın son bulmasının nedeni olur.)
Romanın kişiliklerini tek başına alıp değerlendirmek pek doğru değil, çünkü o kişiler yaşadıkları toplumun içinde, o topluma özgü koşullarda varlar, onları o koşullar içinde değerlendirmek gerek; çünkü yazar bize aktardığı ya da betimlediği koşulların içinde sunuyor kişilerini. Aynı şeyleri aşk için de söylemek gerekir. Gerçi her üç aşk öyküsü de her üç romanın eksen konusudur. Romanlar bu aşkların üzerine oturtulmuştur, bu aşkların kahramanları da romanın başkişileridir. Sabahattin Ali özel ile geneli birlikte işlediğinden (belki Kürk Mantolu Madonna’yı biraz ayırmak gerekir) kişiler romanın bütününde daha iyi anlaşılır. Benzedikleri, ayrıldıkları yerler vardır. Hepsi de başlamış ancak tam anlamıyla yaşanmayan aşkları, yarım kalmış aşkları olan kişilerdir. Hemen hemen hepsi de hümanisttir. Ömer bile insanları seven biridir; ancak bunalımlar içinde oluşu bu özelliğinin çoktan üstünü örtmüş ve insanlara karşı acımasız olma durumuna düşürmüştür. Hepsi duygusaldır, Raif ve Maria da. Raif ilk bakışta sıradan insan izlenimi gösteriyorsa da Maria’ya olan aşkıyla duygusal, sevecen bir iç dünyası olduğunu açığa vurur. Aynı şekilde Maria, sonunda Raif’siz yapamayacağını anlar.
Yusuf’un, Raif’in ve Ömer’in aynı cinsten olmalarının dışında, başka ortak yanları da vardır. Her üçü de ekonomik sıkıntılar çeken kişilerdir, her üçü de biraz aylaktır. (Bu aylaklık görelidir. Çünkü aşkları başladığı zaman kişilikleri de değişmiştir.) Böylece aşk, kişiliği etkiler. Bu da çok normal, hayatın içindeki bir olgu, gerçektir. İnsan âşık olduğu zaman dünyanın daha anlamlı döndüğüne inanmaz mı? Yaşamanın son derece güzel bir edim olduğuna inanmaz mı? Etrafındaki insanları daha çok sevmez mi? İşine dört elle sarılmaz mı? Bunlar genel belirlenimleridir aşkın. Onun için o aylak Ömer (içlerinde en aylakları) Macide’ye âşık olduktan sonra işine daha sıkı sarılır. Tembel Raif bile, babasının isteği üzerine, ancak kendisinin hiç ilgilenmediği sabunculuğu öğrenmeye çalışır; ayrıca, gayret gösterir. Aynı şekilde Yusuf evlendikten sonra Kaymakamlık’taki o hiç sevmediği işinden şikâyetçi değildir. Aşkın gözü kör değildir, olmamalıdır. Olsa olsa aşk insanı dünyaya daha çok bağlayan, güzel bir ilişki biçimi olmalıdır. İşte bu üç romandaki aşklar da böyledir, yani nesneldir, yani aslına uygundur, daha doğrusu (kanımca) olması gerektiği gibidir.
Karşı cinste de ortak yanlar vardır. İlk önce etkendirler. Hatta Muazzez’i bile, göreli de olsa etken sayabiliriz: çünkü o, yaşadığı zaman diliminde ve toplumsal koşullarda ancak istediği ve sevdiği erkeği açıklayacak kadar etken olabilirdi. Macide akıllıdır, gerçi Ömer’i yönetmek güçtür, ama sevdiğinden vazgeçmeyecek ve onunla gidecek, böylece katı ahlak kurallarına tek başına karşı gelecek kadar etkendir. Daha sonra, başından geçenlere karşın, Ömer’i bırakacak kadar da güçlüdür. Bu güçlülük de onun etkenliğiyle yakından ilgilidir. Maria Avrupalı olmakla baştan etkendir, yönlendiren odur. Ancak yalnızdır ve biraz kararsız, biraz da bunalımlıdır. Romanda pek yok gibidir ama onun bu bunalımlı durumu, o yıllarda Almanya’da yaşayan bir Yahudi olmasından olabilir. Sevip sevmediğine etki altında kalmadan kararı kendisi verir: güçlü bir kadın böyle olur dercesine. (Tabii ki doğrudan etki altında kalmadan, çünkü sevilen bir insanın etki altında kalmaması olanaklı mı?)
Tüm kişilerin içinde örnek kişilik Yusuf’tur. Gerçi Ömer de sonunda çok doğru bir karara varmıştır. (Sağcı arkadaşları yüzünden hapse giren Ömer, çıktıktan sonra Bedri’ye yeni bir hayata başlayacağını ve Macide’yi bir daha üzmeyeceğini yani gideceğini, ancak değişip değişmeyeceğini bilmediğini söyler ve gider.) Ömer’in düzelip düzelmeyeceği belli değildir. Bununla beraber davranışı nesneldir; çünkü Macide’yi sevmektedir, bir daha onu üzmemek, hem de hata(lar) yapmamak ister. Belki bundan sonra, Ömer örnek bir kişi olabilir. Hepimiz biraz Ömer gibiyizdir; ama o çok aşırıdır, o da bilincine varmıştır ki düzeltme edimine başlangıç adımını atar. Macide örnek bir kadın sayılabilir. Güçlü ve kararlıdır. Maria da güçlüdür ama kararsızlığı ve zaman zaman girdiği bunalımlarla örnek olma durumundan çıkar. Muazzez ile Raif için örnek demek güç. Aslında her ikisinin de edilgenliği ağır basar. Olayları değiştirmek için hemen hemen hiçbir şey yapamazlar. Yaptıkları küçük küçük şeylerdir ve görelidir. Örneğin Raif, Maria hastalandığı zaman, -doğal olarak- sağa sola koşturur. (Burada hastalananın sevdiği kadın oluşu da unutulmamalı.) Muazzez ise yalnızca sevdiğini söyler.
Yusuf günümüzün insanında göremeyeceğimiz kadar nesneldir ve akıllıdır. Üstelik Yusuf yalnızca roman kişisi de değildir. O yaşanmış bir kişiliktir aynı zamanda. Sabahattin Ali onu hapishanede tanımış ve Kuyucaklı Yusuf kişiliğini oluşturmuştur. Belki örnek olmasının en önemli nedeni de Sabahattin Ali’nin roman kişisi oluşudur.
Örnek olan Yusuf’un yanı sıra, üç örnek aşk var. Bu üç güzel aşk öyküsünü tatmanın bir başka anlamı var. İnsan ilişkilerinin en güzeli ve en üst düzeyde olanı, kadın ile erkek arasındaki duygusal ilişki, yani: aşk. Aşk, güzel bir edim. Böyle bir edimi yaşamak da çok güzel, buna tanıklık etmek de. Ve insanoğlu, güzel olan her şeye sahip çıkması gerektiği gibi Yusuf benzeri örnek roman kişilerine de sahip çıkmalı; çünkü onlar, o güzel aşkı yaşayan, insanı sevmesini bilenler. Onlara sahip çıkmak biraz da aşkın, insanın en güzel edimi olduğunu kabul etmek ve insanlığı sevmek demek.
Gerçek anlamda aşkı yaşamak için de insanlığı sevmek, hümanist olmak gerekir. Sanırım Yusuf ve diğerleri böyle olabilmişlerdir. Günümüzde de vardır “Yusuf ve diğerleri”, hatta günümüzün insanı daha da bilinçli kuşkusuz. Savaşların, bunalımların yıkamadığı bu iki edim: aşk ve hümanizm, roman kişisi olarak Yusuf ve diğerleri gibi birçok kişilikte, tiplemede dile gelerek somutlaşması ve belgelenmesi, insanlığın sahip çıkacağı değerlerin neler olduğunu göstermesi bakımından gerekli.
(1983; Romantik Bir Yolculuk, Plan b yay. 2005)
Bkz.
Sabahattin Ali, Bütün Eserleri, haz: A. Özkırımlı, Cem yay. 8 cilt, 1980/87.
Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, De yay. 2. basım, 1986.
Asım Bezirci, Sabahattin Ali, Amaç yay. 3. basım, 1987.
kaynak: www.atillabirkiye.com
Category: Köşe Yazıları, Roman, Yazın