LELE
Göğün altında yapayalnızdı. Yerini bulamamıştı koca yerkürede. Geç yetişen ağaçlarla konuşan ve sık sık kendi gözyaşlarına sığınan anasının anlattıklarını düşünüyordu. Kızıl Ordunun Kafkasya’ya girdiği günlerde, Gürcistan’dan kaçarlarken, atın sırtına, her bir gözünde bir çocuğun bulunduğu iki heybe atmışlardı. Öndeki heybenin bir gözüne kendisini, diğer gözüne ise beşik kertmesi yapılan şimdiki karısını koymuşlardı. Bu yalancı dünyada galiba en yakın yoldaşı karısıydı.
Ayağa kalktı, yürüdü, yaşamı ayna gibi bire bir taklit eden kadavra ruhların arasından geçti. Nefes nefese koşup gelen yaşlı adamı buldu karşısında birden.
“Canım kurban olsun sana lele, dara düştüm gene, el ver bu fukarana.”
“N’oldu?”
“İneğim sancılandı, baş suyunu yırttım, baktım ki dananın ön ayakları değil, arka ayakları gelmiş. İş başa düştü. Hemen yetişmezsek inek ölür.”
Adamın bakışlarındaki yalvarışı izlerken yutkundu, İneğin sancılı ışıltılarla büyüyen gözlerini hayal etti. Rahmetli babasının da çok sevdiği bir adamla, zihin aydınlığında oturmayı seven, minnet erbabı, kamil bir adamla karşı karşıyaydı.
Haddinden fazla kadirşinas olan bu herifin, ineği doğurttuktan sonra kendisine bir tavuk kesebileceğini düşündü. “Tamam, düş önüme,” diyerek, adamla birlikte adımlarını hızlandırdı.
Ahıra girer girmez paltosunu çıkardı, köşede, Malakanlardan kalma eski koşum takımlarıyla hamutların asılı olduğu direğin başına astı.
“Tez elden sıcak su, sabun, bir de kendir getirin,” diye buyurdu.
Ahırda, yemliklere bağlanmış toplam altı inek, bir çift öküz, bir at ve kerene parelel bir şekilde bağlı olan bir sırığın üzerinde, sebilhane bardakları gibi dizilmiş sekiz tavuk vardı. İnek doğum sancıları içinde boylu boyunca uzanmıştı.
İki erkek, üç kadın bekliyordu başucunda. Kendisini aynadaki görüntüsüne ihbar eden zevzeğin verdiği ilk bilgileri burnunun ucuyla dinledi Lele; çömeldi, ineğin teninden dışarı çıkan bir çift ayağa baktı.
“Doğru,” dedi. “Buzoyun (buzağı) ard ayaklarıdır bu. Eski bir giyinti getirin bana. İneği de kerenden asın.”
Saman mereğine geçti hemen. Anadan üryan soyundu, verilen piltikleri giydi.
İneğin kendirle kerenden asılışına yardım etti. Ellerini ve sağ kolunu ılık suyla sabunladı. Kerenden asılan ve acılı iniltilerle diğer inekleri huzursuz eden ineğin kuyruğunu Ölü Öldürenin Oğlu’na tutturdu. Buzağının dışarı çıkan ayaklarını içeri doğru itmeye başladı ve sabunlu kolunu omuz başına kadar ineğin tenine daldırdı. İneğin teninden sızan kanlı sular, Lele’nin omuzbaşından gövdesine doğru yayıldı.
“Buzoy, umduğumdan daha iri,” diye mırıldandı. “Bunu döndürmek zaman alır.”
Tardaki tavukların dikkati, ahırın orta yerinde, kerenden asılan ineğin acılı böğürtülerine yönelmişti. Kan ter içinde, buzağıyı çevirmeye çalışıyordu Lele.
Çevirememesi durumunda, Zavot ustası Mansır Kişi’nin Malakan’lardan öğrendiği yöntemi, yani buzağıyı kesip, parça parça çıkarmayı düşünüyordu. Buzağıyı keserken, ineğin rahmini kesme riski yüksek olduğu için, çevirme işinde sonuna kadar sebat etmeden yanaydı.
Karanlık çöküp, gazyağı çırası yakıldığında, Lele buzağıyı çevirdi, ön ayaklarını dışarı çıkardı. Ahırdaki adamlar, kıl çatıyı buzağının ayaklarına bağlayıp çekmeye başladılar. İneğin kerenden asılan böğürtüsü çok daha acılı bir hal aldı.
Tavan sallarının aralarından toprak döküldü, kısrak kişnedi. Adamlar habire çekiyor ama buzağı çıkmıyordu. Kanlanmış giysiler içinde adamların çekişini seyreden Lele:
“Balaca (küçük) bir yerli ineği, iri montofon Hollanda boğasının altına sürdünüz mü, başınıza bu felaket gelir, ” diye homurdandı. “Tez elden bir pıçax getirin, ineğin tenini kesmekten başka çarem kalmadı.”
Ev hanımının torbadan çıkarıp uzattığı bıçağı aldı. İneğin teninden dışarı çıkan buzağının burnu ile ön ayaklarına baktı çıra ışığında.
“Morarma var,” diye mırıldandı. “Allahtan umut kesilmez ama, öldü herhal.”
İşaret ve orta parmağını, buzağı kafasının gerdiği tene daldırdı. Bıçağı iki parmağının arasından ineğin anüsüne doğru kaydırarak, anüsle teni birleştirdi.
Buzağının kafası, kesilip genişleyen tenden dışarı çıktı birden. Adamların çekmesiyle buzağı yarıya kadar çıkıp sarktı. Kadınlar yere düşmemesi için yavruyu kucaklayıp kenara indirdiler. Lele çömeldi, buzağının burnunu saran, yapışkan rahim sularını avucuyla sıkıp aldı. Kulağını burnuna dayadı.
“Nefes mefes yok, umudunuzu kesin,” diye mırıldandı, yorgun, üzüntülü bir sesle.
“Kendiri gevşetin, ineği indirin kerenden. Sütü çoğaltma derdine düşmüşsünüz.
Simintal inekten montofon buzoy doğar mı heç.”
Köyün tek Malakan kadını olan evin sarışın, yaşlı hanımı çömelmiş, sırtını direğe vermiş bir vaziyette, kerenden indirilen ineğin ölü buzağıyı yalayışını seyrediyor, ağlıyordu sessiz sessiz. Kadının ölen buzağıya değil de babası Dimitri’ye ağladığını düşündü Lele. Hamut diken, inek doğuran, duvar ören, kapı pencere yapan, diş çeken, demir döven, at öküz nallayan ve köye kaşar gravyer yapımını öğreten bir çift kocaman el, kiremit kızılı bir sakal ve tek bir mavi göz canlandı hayalinde. Cevabını bir türlü öğrenemediği, içindeki kadim sorular depreşti yeniden. Çocuklarını brişkalara (at arabası) dolduran, yediden yetmişe tozlu sürgün yollarına düşüp giden Malakanlar bu kadını neden götürmemişlerdi? Bu kadının babasının, kucağında bir bebekle Kars’a gidip, Kazım Karabekir’e, “al paşam, çoluk çocuğumuzu sünnet et, müslüman et ama bizi köyümüzden sürme,’ diye yalvardığı, bebeğin kız çıkması üzerine paşanın kızıp köpürdüğü ve sürgünü hemen başlattığı doğru muydu acaba?”
Samanlıkta, tahta tekne içinde yıkanırken, dışardan gelen sese kulak verdi Lele. Ses, köyün sütünü satın alan, kaşar ve gravyer yaptırıp Hollandalılara satan, sevimli Zavot ağasına aitti. Doğumun başarılı olup olmadığını soruyordu kadınlara. Ağanın, süt veren herhangi bir ineğin ölümünden endişe ettiğini ve tavuk yemeğe geldiğini aklından geçirdi Lele. Kafasını sabunlarken, keren arasına tüneyen güvercinlerin üveyişlerine kulak verdi. İnsanın, hayallerini harcayıp hayalsiz kaldığı zamanlarda zenginleştiğini düşündü. “Yanlış zamanın kurbanı oldum,” diye mırıldandı. “Hayatımı genitti, meni gocalttı yanlış zaman.”