SİYASİ NİHİLİZMİN BİR SEMPTOMU; “ŞEHİTLİK” / Cansu Çöl
İnsanlık için “şehitlik” in tarihi, denilebilir ki “kutsal”ın tarihi kadar eskidir. Hemen hemen bütün toplumlarda birbirinden farklı ideolojiler, inançlar ve hatta meslek grupları tarafından “kutsal” amaçları, inançları uğruna ölenlerin “şehit” olarak adlandırılışına ve bu adlandırmayı yapanlar tarafından bu ölüm vakalarının sembolik olarak sahiplenilip bir “şehadet mertebesi” içerisinde anılışına rastlanır. Burada sorun elbette hayatını kaybedenlerin adlandırılması sorunu değil, hayatta kalanlara karşı “şehitlik”in gitgide bir ölüm övgüsüne dönüştürülmesi, arzu nesnesi haline getirilmesidir.
Böylesine yaşamsal bir konuyu nesnel olarak soruşturmak için, başvuracağımız filozofların başında, hem “yaşama istemi”ni görüşlerinin merkezine alışıyla hem de çeşitli “hakikatler”e ve onların “öte-dünyacılık”larına getirdiği sert eleştirilerden ötürü, Nietzsche gelecektir, Zira onun “soykütük” (genealogy) metoduyla ele almaya çalıştığım “şehitlik”in istisnasız tarihin her kesitinde arkasında bir hakikat görüşü yatmaktadır.(öte yandan bedene ve başta hayatta kalma güdüsü olmak üzere dürtü ve eğilimleri olumlayan felsefi tavrıyla, Foucault gibi yakın dönem filozoflarının “bio-iktidar”a ilişkin görüşlerinin temelinde de yine Nietzsche’nin yer aldığını hatırlamak gerekir.)
Konunun geniş soruşturma alanını ve Türkiye’deki en sık kullanımının devletin hayatını kaybeden askerler için yaptığı adlandırma olduğunu da göz önünde bulundurunca, neden yazının modern devletin “şehadet” söylemi ile sınırlı kaldığı anlaşılacaktır sanıyorum. Kaldı ki “hakikat” üretmek, Nietzsche’nin ifadesiyle “yeni putlar” yaratmak günümüzde belki de en çok, modern devletlerin işidir. “Laik” olarak nitelenen devletler bile sıra “kutsal”ın inşasına geldiğinde, dini “harç” olarak kullanmaktan, onun argümanlarını kendi söylemlerine katmaktan çekinmemektedirler. Böylece dünün bir çok dini kavramı, bugün siyasal adlandırmalar olarak yeniden işlevsellik kazanmaktadır. Nietzsche iktidarın dil üzerindeki bu tahakkümünden şöyle söz eder;
Efendilerin hakkı olan ad verme, öylesine ileri bir noktaya ulaşıyor ki, yöneticilerin güçlerinin anlatımı olarak dilin kendisinin kaynağının kavranmasına izin verilmesi gerekiyor: “Bu, bu ve budur” diyorlar; herşeyi ve her olayı bir sesle damgalıyor ve sanki onları sahipleniyorlar.(Nietzsche;2000;31)
Hastalık sürecinin başlarında tuttuğu notlardan oluşan Defterler’de, dönemin Almanya’sını savaşa sürüklediği için Bismarck’ı ağır biçimde yerdiği görülür. “Savaşlardan vazgeçebilirdik” der, “Fizyolojiye saygınlık kazandırmanın askeri hastanelerden daha etkili yolları var” Akabinde ölümün yeniden adlandırılışında ve bu yeni kutsal formun oluşturulmasında işbirliği yapan hanedanlığı ve rahipliği eleştirerek devam eder;
Sadece cinayet hezeyanını damgalayarak en lanetlesi iki kurumu damgalamış oluyorum, şimdiye kadar insanlığı hasta eden, yaşamın can düşmanı iki kurumu; En güçlülerin, nasipli olanların ve harikulade insanların kanıyla semiren hanedanlık ve aynı insanları yani en güçlüleri, başarılıları ve harika olanları öteden beri yıkmaya çalışan rahiplik kurumu.Bu noktada imparator ve rahibin birleştiklerini düşünüyorum: Ben yargıç olmak, hanedanların, rahiplerin cinayet hezeyanına bir son vermek istiyorum.
(Nietzsche;2001;203)
Hristiyanlık, Nietzsche için “yaşama ihanet”in diğer adıdır ve onun da ardında “hastalıklı” Platoncu düşünüş biçimi bulunmaktadır. Platoncu “görünen/sahte” ve “düşünülen/gerçek” dünya ayrımı erotik bir biçimde, “şimdi ve burada” olanı “hiçleştirmekte”; bunun yerine “öte”leri, “idealar dünyası”nı işaret etmektedir.
Nietzsche idealizmin de damarlarında aynı ilahiyatçı kanının dolaştığını söyler. Ve bütün bunların sonucu Avrupayı sarmakta olan “decadence” adını verdiği hastalıktır.Yukarıda sözünü ettiğimiz modern devlet de bu eleştiriden nasibini alacaktır elbette;
Damarlarında tanrıbilimci kanı akanlar, bütün şeylere daha başından eğri, dürüst olmayan bir tavırla yaklaşırlar. Bu yaklaşım sonucu oluşan tutku, kendine inanç adını takar; kendi karşısında, sağalmaz sahtelik görünümünden acı çekmemek için, gözünü sımsıkı, hepten yummak. Herşeye yönelik bu çarpık optikten, bir ahlak, bir erdem, bir kutsallık çıkarırlar, yanlış görme, iyi vicdan haline getirilir, — bu optik, “Tanrı” “Kurtuluş” “Ebediyet” adlarıyla sakrosankt kılındıktan sonra da, başka herhangi bir optik türünün artık değer taşımaması talep edilir. (sakrosankt:dokunulmaz düzeyde kutsal) (Nietzsche;2003;15-16)
Çürüme tam da burada başlayacaktır. “Tanrı” “Ebediyet” “Kurtuluş” adı altında enjekte edilen ideallerle, insanların iç güdülerine aykırı davrandıkları ya da onları büsbütün yok saydıkları ve kendilerine zararlı olanı yeğledikleri yerde. “Yüce duyguların,insanlık idealleri”nin tarihi aynı zamanda çürümenin de tarihidir. Hristiyan “vicdan”ın söz konusu olduğu yerde artık dil de değişecektir;
“Hiçlik” denmez tabii buna: “Öte” denir ya da “Tanrı” ya da “Hakiki Hayat” denir ya da Nirvana, Kurtuluş, Kutsanmışlık… Dinsel ahlaksal idiosynkrasi alanından edinilme bu masum retorik, burada hangi eğilimin derin sözcüklerin kılığına büründüğü kavranınca, hemen çok daha az masum görünmeye başlar: yaşam düşmanı eğilimdir bu. (Nietzsche;2003;14)
Bugün bütün büyük kavramlar üzerindeki yetkesi ile bu ilahiyatçı burnu büyüklüğünü modern devlette görüyoruz. Nietzsche’nin “İnsanca Pek İnsanca’sının 1.cildinde devlet ve dinin bu işbirliğine dair yazdıklarına diğer fragmanlarından da uzunca bir yer verdiği dikkati çekiyor. Bu fragmanlarda konuyla ilgili söylediklerini felsefi antropoloji olarak değerlendirmek yanlış olmaz sanıyorum. Sağlıklı insan, devlet adına veya devlet eliyle de işlense cinayet karşısında isyan eder. Ülkemizde de çok sık rastladığımız bir söylem olan “devletin bekası” bir çok hukuksuzluğun meşrulaşması anlamına gelmektedir ki bu meşruiyet kazanma sürecine muhakkak ki dinin omuz vermesi, olası isyanları, başkaldırıları “tevekkül”e evirmesi gerekir.
Devlet yönetiminin kaçınılmaz ya da tesadüfi kusurlarının veya hanedanlık çıkarlarının tehlikeli sonuçlarının dikkatli bir gözlemci için görülebilir hale geldiği ve onu daha dikkafalı olmaya yönelttikleri herhangi bir yerde, daha az kavrayışlı insanlar Tanrı’nın elini gördüklerini düşünecekler ve yukarıdan gelen düzenlemelere sabırla boyun eğeceklerdir.(ki bu, kutsal ve insani yönetim biçimlerinin iç içe geçtiği bir anlayıştır.) (Nietzsche;2008;295)
Buradan itibaren Nietzschenin perspektifi ile Türkiye üzerinde bir değerlendirme yapmaya çalışalım. Türkçe’deki “şehadet” kelimesi kökeni itibariyle Arapça’dır ve “tanıklık” anlamına gelmektedir. Türkiye’deki “şehitlik” söylemine ve merkezindeki kavramın evrimini incelerken, kelimenin bu asıl anlamıyla düşünmekte fayda var. “Şehit” olanı diğer ölümlerden farklı kılanın ne türden bir tanıklık olduğunu sorduğumuzda, öyle sanıyorum ki alacağımız cevap yine “hakikat”e ilişkin olacaktır. Yani Nietzsche’nin hristiyanlıkta eleştirdiği o “hakikatperverlik” benzer bir şekilde burada karşımıza çıkıyor. Her ne kadar Nietzsche İslam’ı Hristiyanlıkla karşılaştırdığında, bir yanağına vurulduğunda öteki tarafı uzatmıyor, kıssasa kıssası, benimsiyor oluşu, dürtülerin katolik hristiyanlıktaki gibi büsbütün hiçe sayılmaması gibi bazı farklılıkları dolayısıyla daha erkeksi buluyorsa da, semavi dinlerin genel karakteristiği itibariyle durum dünyanın geri kalanından pek farklı ve içaçıcı değil.
Girişte de sözünü ettiğim gibi modern devletin “kutsal”ın üretiminde dinin argümanlarını kullanışına burada da rastlanmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen akabinde, 1924’te kurulan Diyanet İşleri ile beraber, devlet dini erki ve fetva makamının taşıdığı yetkeyi ele almıştır. Böylece devletin “millî şuur” adını verdiği “hakikat”in inşasında din “harç” vazifesiyle yapıya dahil edilmiş olmaktadır. Bütün bir eğitim sistemi, devletin bu “hakikat” görüşü doğrultusunda kurgulanmıştır, zira eğitimin sözlük anlamı kişiye istendik davranışları kazandırmaktır ve devlet bu yolla ideal yurttaşı yaratmaktadır. Hemen hemen hepimizin okul sıralarından hatırlayacağı, mithat cemal kuntay’a ait, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/ Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır” dizeleri de bu eğitim biçiminin en iyi örneğidir.
Her Türk’ün asker doğuşu ile övünülen ülkemizde “ödev ve hizmet” zorunluluğu elbetteki en açık şekilde ifadesini askerlik hizmetinde bulmaktadır. Nietzsche’nin bir meslek olarak askerliğe uzak olmadığını sanırım söyleyebiliriz fakat onun düşündüğü askerlik, kişide yaşama istemini güçlendirecek bir eğitim metodolojisidir.
Kimse benim kadar katılıkla isteyemez herkesin asker olmasını: Bütün bir halkı, itaat etmenin ve emir vermenin erdemlerini bilecek, tavır ve davranışlarında uyum, neşeli ve yürekli bir tarz geliştirecek , ruhunu özgürleştirecek biçimde eğitmenin başka yolu yoktur- eğitimde idrak ettiğimiz, herkesin asker olduğudur; rütbe, ödev, tin gibi uçurumları aşarak erkekçe karşılıklı iyi niyeti bütün halka yaymanın başka yolu yoktur.- “Hizmet ve ödev”[—], çalışmaktaki saadet- hep böyle der lanet olası hanedan insanlara gereksinim duyduğunda. Kuvvet, gençlik ve kudretin böylesi bir bileşimini sonra topların önüne atmak deliliktir. (Nietzsche;2001;203)
Türkiye siyasetinde, iktidar tarafından “askerlik” için yapılan “peygamber ocağı” analojisi, devletin “hakikat”ini dine yaslamasının güzel bir örneği. Burada tam da dikkat edilmesi gereken nokta, Türkiye’de laik kesimle birlikte anılan silahlı kuvvetlerin aslında yıllarca zıttıyla/ karşıt görüşüyle aynı kaynaktan yani dinden beslendiği gerçeğidir. ( Balyoz soruşturmasında “cami bombalama planı” suçlamalarına karşı genel kurmay başkanının söylediği; “Allah allah diyen bir ordu nasıl cami bombalar” sözü de bir diğer örnektir.) Devlet askerlerini, “Allah yolunda” savaştığına inandırarak motive eder, Kur’andaki en yüksek mertebeyi vaad eder, bu yüzdendir ki bugüne kadar 30.000 şehit verildiği halde, savaşın siyaset yoluyla durdurulması için mücadele vermek yerine, hala binlerce genç şehit olmak için dua etmekte ve şehit ailelerinin çoğu hayattaki çocuklarını da savaşa göndermekten gurur duyacaklarını söylemektedir.
– Bir konuda şehit verilmiş olması, o konunun doğruluğu için bir şey kanıtlamaktan öylesine uzaktır ki, herhangi bir zaman doğruluk ile herhangi bir alışverişi olduğunu yadsımak geliyor içimden.
…
-Ne yani? Birisi onun için yaşamı terk ediyor diye, bir şeyin değerinde bir değişiklik mi meydana geliyor?-Saygın hale gelmiş, bir ek ayartıcı etki kazanmış bir yanılgıdır: sanıyor musunuz ki, siz Tanrıbilimci Efendiler, yalanlarınız için şehitler yaratmanıza izin vereceğiz?
…
—Bu konuda ise, tek biri var, bütün konularda asıl sözü söyleyen, binlerce yıldır söylenmesi gerekli sözleri söyleyen,-Zerdüşt.Kanla işaretler yazarlar yürüdükleri yolda, ahmaklıkları da onlara öğretir ki, kişi kanla hakikati kanıtlar. Oysa kan, en kötü tanığıdır hakikatin; kan, en saf öğretiyi bile zehirler, yürek çılgınlığına, yürek nefretine dönüştürür. Ve birisi öğretisi için ateşin içinden geçse,-neyi kanıtlar ki bu? Çok daha önemlisi, kendi yangınından kendi öğretisinin çıkması.*zerdüşt 2.kitap 4.bölüm “Rahipler Üzerine” (Nietzsche;2003;78-80)
Category: Deneme, Deneme, Köşe Yazıları, Köşe Yazıları, Toplum, Yazın