Ursula K. Le Guin ile İktidar, Baskı, Özgürlük Üzerine / on Power, Oppression, Freedom / MARIA POPOVA
Ursula K. Le Guin’den iktidar, baskı, özgürlük ile hayali hikaye anlatıcılığının mümkün olana dair algımızı nasıl genişlettiği üzerine / Maria Popova
Olağanüstü Nobel Ödülü konuşmasında, “her zaman taraf tutmalıyız” demişti Elie Wiesel. “Tarafsızlık ezene yarar, kurbana yaradığı hiç olmamıştır. Susmak işkenceciyi cüretlendirir, işkence görene asla cesaret vermez.” Ancak insanlık trajedisi, bir yanıyla, bir haksızlık gördüğümüzde, tüm iyi niyetlerimize ve ateşli ideallerimize rağmen, ister ikbal kaygısıyla, ister fark yaratabileceğimize inançsızlığımızdan, isterse de ruhun en zehirli zaafı olan iki başlı kinizm ve apati yılanı yüzünden, kendimizi sık sık tarafsızlıkla yatıştırmamızdadır. O halde, bu denli ustaca rasyonalize ettiğimiz bu pasiflikten kendimizi nasıl kurtaracağız? “Bir yerdeki haksızlığın her yerde adalete tehdit oluşturduğunu” nasıl hatırlayacağız; moral cüret ve hayalgücü ile bu farkındalığa nasıl ereceğiz?
Ursula K. Le Guin‘in (d. 21 Ekim 1929), “The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination” (Akıldaki Dalga: Yazar, Okur ve Hayalgücü Üzerine Konuşma ve Makaleler) (halk kütüphanesi) – Le Guin’in cinsiyet, halk kütüphanelerinin kutsallığı, gerçek insan sohbetinin sihri ve güzelliğin gerçekten ne anlama geldiği gibi eklektik meseleler üzerine berrak akıllı, parlak yürekli bilgelik hazinesi – içindeki birçok muhteşem makaleden birinde bu konuyu ele alır.
Benjamin Reed’in objektifinden Ursula K. Le Guin
Le Guin, “baskı, devrim ve hayalgücü üzerine, aralıklarla kaleme alınmış bazı düşünceler” dediği “A War Without End” (Sonu Olmayan Savaş) başlıklı yüceltici ve memnun edici şekilde sinir bozucu makalesinde şöyle yazıyor:
Ülkem bir devrimde birleşti, bir diğeriyle neredeyse dağıldı.
İlk devrim asap bozucu, aptal ama görece hafif toplumsal ve ekonomik sömürüye karşı bir protesto idi. Neredeyse tamamen başarılı oldu.
İlk devrimi gerçekleştirenlerin birçoğu, en uç ekonomik sömürü ve toplumsal baskı biçimlerinden birçoğunu uygulayanlar, yani köle sahipleriydi.
İkinci Amerikan devrimi, yani İç Savaş, kölelik düzenini korumaya dönük bir girişimdi. Kısmen başarılı oldu. Kölelik düzeni yıkıldı ama Amerikan düşüncesinin epeycesi halen efendi aklından ve köle aklından oluşuyor.
Le Guin, egemenlerin anlatılarının, bir topluma bu denli derin yerleşmesinin, sonunda ezilenlerin bile onları içselleştirmesi sonucunu doğuracağını söylüyor. (Nikki Giovanni ile müthiş sohbetinde şu gözlemlerde bulunan James Baldwin geliyor aklıma: “Dünyanın size ettiğini, eğer dünya bunu size yeterince uzun süre ve etkili şekilde yaparsa, kendi kendinize yapmaya başlarsınız. Bir işbirlikçi, kendi katillerinizin suç ortağı haline gelirsiniz, çünkü onlarla aynı şeylere inanırsınız.”)
Phillis Wheatley
Le Guin, direnişten baskı konusuna geçerek, bir zamanlar köle olan şair Phillis Wheatley’in 1774’te yazdığı ve hafızalarda yer eden sözlerini anımsatır: “Tanrı, her insanın Göğsüne, bizim Özgürlük Sevgisi dediğimiz bir prensip yerleştirmiştir; Baskıya dayanamaz ve Kurtulmak için yanıp tutuşur.” Le Guin, bu ebedi hakikatin kalbindeki sinir hoplatan paradoksu ele alır:
Ülkemin kurumlarında ve siyasetinde iyi olan ne varsa ona [özgürlüğe] dayanıyor.
Ve yine de görüyorum ki, özgürlüğü sevsek de çoğu zaman baskıya sabrediyor ve hatta kurtulmayı reddediyoruz.
Özgürlük sevgimizin, bizi baskıya direnip kurtuluşu aramaktan alıkoyan her türlü güç ya da atalete daima ağır basacağında ısrar etmekte bir tehlike görüyorum.
Güçlü, akıllı ve ehil insanların baskıyı kabul edeceklerini ve ettiklerini inkar edersem, e犀利士
zilenleri zayıf, aptal ve yetersiz olarak tanımlamış olurum.
Üstün insanların aşağılanmayı reddettiği doğru olsaydı, toplumsal düzende altta olanlar gerçekten de aşağı insanlar olurlardı, çünkü üstün olsalardı, itiraz ederlerdi; aşağı bir konumu kabul ettikleri için aşağı insanlar olmalıydılar. Bu mantık, köle sahibinin, gericilerin, ırkçıların ve kadın düşmanlarının kullanışlı totolojisidir.
Kierkegaard’ın azınlığın gücü konusundaki fikirlerine karşı Le Guin, insanlık tarihi boyunca iktidarın dağılımı üzerinden bir hakikat sağlaması yapar:
Egemen sınıf daima azdır, kast toplumunda bile, az olan kalabalığa hükmeder. Yoksullar daima varsıllardan kalabalıktır. Güçlüler, hükmettiklerinden azdırlar. Yetişkin erkekler, kadın ve çocuklardan daima daha az sayıda olmalarına rağmen, neredeyse tüm toplumlarda üstün konumdadırlar. Hükümetler ve dinler, eşitsizliği, sosyal statüleri, cinsiyet statülerini ve ayrıcalıkları tamamen veya seçici olarak onaylayıp sürdürürler.
Çoğu insan, çoğu yerde, çoğu zaman, aşağı konumdadır.
Ve çoğu insan, bugün bile, “özgür dünyada”, “özgürlüğün anayurdunda” bile, bu durumu veya bunun belirli unsurlarını doğal, gerekli ve değiştirilemez kabul eder. “Böyle gelmiş, böyle gider,” der. Bu, kanaat de olabilir cehalet de; çoğu zaman ikisi birliktedir. Yüzyıllar boyunca, alt statüden çoğu insan, toplumsal düzenin başka bir şeklinin var olduğu veya olabileceği ve değişimin mümkün olduğu konusunda bir bilgiye erişme şansına sahip olmamıştır. Bu bilgiyi ve düzen değişirse riske girecek olanın kendi iktidarları ve ayrıcalıkları olduğunu, sadece üstün konumda olanlar bilmiştir.
Fakat iktidar olanların iktidarda kalmak için daha donanımlı olduklarına dair malumatfuruşluğun ötesinde, Le Guin, moral hayalgücü eksikliğinin baskıcı iktidar yapılarını ayakta tutma konusunda daha büyük bir rol oynadığını savunur. Şöyle der:
Ayağımızı denk almak, sessiz kalmak, tekneyi sallamamak için sağlam nedenlerimiz var. Epeyce huzur ve konfor mevzubahis. Aklen ve moral olarak, haksızlığın inkarından haksızlığın farkındalığına geçmenin çoğu zaman çok yüksek bir bedeli var.
[…]
Mahabharata’nın son sözleri şöyle: “Elimde olanın ötesindeki bir ülküye ulaşamam.” Bir insan ideası olan adaletin, insanın erişiminin ötesinde bir ülkü olması muhtemeldir. Olmayacak şeyler icat etme konusunda iyiyiz.
Özgürlük, insan yapısı kurumlar üzerinden elde edilemeyebilir ama aklın ve ruhun koşullarla bağlı olmayan bir niteliği, bir lütuf olarak kalmaya devam etmelidir… Onunla ilgili derdim, çalışmaya ve koşullara bağlı olarak yaşadığı değer yitiminin, kurumsal adaletsizlikleri cesaretlendirmesi ve lütfu erişilemez kılması. İki yaşında açlıktan, dayaktan ya da bombardımanda ölen bir çocuğa, benim anlayabileceğimiz sözler dahilinde hiçbir şekilde, ne özgürlüğe erişme şansı ne de herhangi bir lütuf verilmiştir. Kendi çabalarımızla ancak kusurlu bir adalete, sınırlı bir özgürlüğe ulaşabiliriz. Ama hiç yoktan iyidir. İlkelerimize, azat olmuş kölenin, şairin konuştuğu Özgürlük sevgimize tutunalım.
Susan Sontag’ın “cesaret de korku kadar bulaşıcıdır” sözlerini anımsatan Le Guin, adaletsizlikle yüzleşilen ve ona meydan okunan geri dönüşsüz bir “Zihni Sinir farkındalık ve eylem makinesi” düşünür:
Adaletsizliğin inkarından kabulüne geçişin geri dönüşü yoktur. Gözünüz açılmıştır bir kere. Adaletsizliği bir kez gördükten sonra, bir daha asla samimi bir şekilde baskıyı inkar edemez ve ezeni savunamazsınız. Bir zamanlar sadakat olan artık ihanet haline gelmiştir. O vakitten sonra direnmezseniz iştirak etmiş olursunuz. Ama savunma ile saldırı arasında bir orta yol, bir esnek direniş zemini, değişime açık bir alan da mevcuttur. Bulunması ve yaşanması kolay bir alan değildir.

Öldürülen LGBT hakları savunucusunun resimli biyografisi The Harvey Milk Story‘den bir illüstrasyon
Audre Lord’un “insan efendisinin evini efendinin aletleriyle yıkamaz” sözlerini “zengin ve tehlikeli” bir metafor diyerek hatırlatan Le Guin şöyle yazar:
İktidar yalnızca çürütmez, bağımlılık da yapar. Çalışmak yıkımın kendisi haline gelir. Hiçbir şey kendiliğinden inşa edilmez. Toplumlar şiddetle veya şiddetsiz değişir. İnşa etmek mümkündür. Çekiç, çivi, testere dışında hangi aletlerle inşa etmeliyiz – eğitim, düşünmeyi öğrenmek, beceriler edinmek?
Büyük çellist Pau Casals’ın “bu dünyayı çocuklarına layık hale getirmek” diyerek dile getirdiği harika düşünceyi akla getirerek şöyle devam eder:
Çocuklarımızın içinde yaşamasını istediğimiz evi inşa etmek için icat etmek zorunda olduğumuz ve icat edilmemiş aletler gerçekten var mı? Şu an bildiklerimizden yola çıkabilir miyiz yoksa bildiklerimiz bizi bilmemiz gerekenlerden uzak mı tutuyor? Beyaz olmayanların, kadınların, yoksulların öğretmek zorunda olduklarını öğrenmek için, ihtiyacımız olan bilgileri öğrenmek için, beyazların, erkeklerin ve güçlülerin tüm bilgilerini unutmamız mı gerekli?
Le Guin’e göre bu aletlerin en güçlüsü hayalgücüdür – bildiğimiz gerçekliğe alternatifler hayal etme kabiliyeti ve isteği; ki farklı ve daha iyi gerçeklikleri olası kılmaya doğru atılan ilk adımdır. Hikaye anlatıcılığının, mümkün olana dair algımızı genişletmede en güçlü hayalgücü kullanımı olduğuna işaret eder:
Ütopya, ve Distopya da, entelektüel yerlerdir. Tutkuyla ve oyuncu bir ruhla yazarım. Hikayelerim ne acı uyarılar ne de ne yapmamız gerektiğine dair kılavuzlardır. Birçoğu, bana göre insanlık halinin komedisi, sonsuz çeşitlilikte dönüp dolaşıp, her zaman nasıl da az çok aynı yere geldiğimizin hatırlatıcısı ve o sonsuz çeşitliliğin gene de daha fazla alternatif ve olasılığın icadıyla kutlanmasıdır.
[…]
Bana göre önemli olan, belirli bir iyileşme umudu sunmak değil, hayal ürünü ama ikna edici bir alternatif gerçeklik sunarak kendi aklımı, böylelikle de okuyucunun aklını, şu anki yaşayış şeklimizin insanların yaşayabileceği tek yol olduğuna dair tembel ve ürkek düşünme alışkanlığından kurtarmaktır. Adaletsiz düzenin sorgusuz sualsiz devam etmesine izin veren bu atalettir çünkü.
Fantezi ve bilimkurgu, özünde okuyucunun mevcut, gerçek dünyasına alternatifler sunarlar. Genç insanlar, yaşama arzuları ve deneyim açlıkları ile alternatifleri, olasılıkları ve değişimi kucakladıklarından, genellikle bu tür hikayelere sıcaktırlar. Gerçek değişimin hayalinden bile korkar hale gelmiş birçok yetişkin, zaten bildiklerinin ya da bildiklerini düşündüklerinin ötesinde hiçbir şey görmedikleriyle övünerek, tüm hayali edebiyatı reddeder.
Le Guin, Susan Sontag’ın hikaye anlatıcılığına ve ahlaklı bir insan olmanın ne demek olduğuna dair güzel düşüncelerini anımsatarak, hayali hikaye anlatıcılığı meşgalesi ile onun getirdiği nihai ödülü şöyle değerlendirir:
Hayalgücü alıştırması yapmak, işlerin gidişatından fayda sağlayanlar için tehlikelidir çünkü hayalgücü, işlerin mevcut gidişatının daimi olmadığını, evrensel olmadığını ve gerekli de olmadığını gösterme gücüne sahiptir. Kurulu düzeni sorgulatma konusundaki o gerçek ama sınırlı güce sahip olan hayali edebiyat, aynı zamanda gücün sorumluluğuna da sahiptir. Hikaye anlatıcısı hakikat anlatıcısıdır.
[…]
Adaleti hayal edemezsek içinde yaşadığımız adaletsizliği göremeyiz. Özgürlüğü hayal etmezsek özgür olamayız. Adalet ve özgürlüğü erişilebilir şeyler olarak hayal etme şansı hiç olmamış insanlardan adalet ve özgürlüğe ulaşma çabası bekleyemeyiz.
Adını Virginia Woolf’un bilinç metaforundan alan ve okuduğum en zihin açıcı ve tekrar tekrar okumaya değer kitap olmayı sürdüren, kesinlikle vazgeçilmez The Wave in the Mind‘ın bu özel bölümünü, karakter gücünün geliştirilmesi konusunda Albert Camus, moral hayalgücümüze dair umudun temelleri konusunda Rebecca Solnit ve hikayelerin bizi nasıl değiştirebileceğikonusunda Neil Gaiman ile birleştirin, sonra da Le Guin’in yazmak üzerine tavsiyesine bir daha dönün.
Çeviri: Serap Güneş
Kaynak : dunyadanceviri.wordpress.com
Ursula K. Le Guin on Power, Oppression, Freedom, and How Imaginative Storytelling Expands Our Scope of the Possible / Mario POPOVA
How Imaginative Storytelling Expands Our Scope of the Possible
“We must always take sides,” Elie Wiesel urged in his spectacular Nobel Prize acceptance speech. “Neutrality helps the oppressor, never the victim. Silence encourages the tormentor, never the tormented.” And yet part of the human tragedy is that despite our best intentions and our most ardent ideals, we often lull ourselves into neutrality in the face of injustice — be it out of fear for our own stability, or lack of confidence in our ability to make a difference, or that most poisonous foible of the soul, the two-headed snake of cynicism and apathy. How, then, do we unmoor ourselves from a passivity we so masterfully rationalize, remember that “injustice anywhere is a threat to justice everywhere,” and rise to that awareness with moral courage and imagination?
That’s what Ursula K. Le Guin (b. October 21, 1929) examines in one of the many magnificent pieces in The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination — that trove of her clear-headed, bright-hearted wisdom on subjects as eclectic and essential as gender, the sacredness of public libraries, the magic of real human conversation, and what beauty really means.

The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination
In an ennobling and pleasurably unnerving essay titled “A War Without End,” which Le Guin describes as “some thoughts, written down at intervals, about oppression, revolution, and imagination,” she writes:
My country came together in one revolution and was nearly broken by another.
The first revolution was a protest against galling, stupid, but relatively mild social and economic exploitation. It was almost uniquely successful.
Many of those who made the first revolution practiced the most extreme form of economic exploitation and social oppression: they were slave owners.
The second American revolution, the Civil War, was an attempt to preserve slavery. It was partially successful. The institution was abolished, but the mind of the master and the mind of the slave still think a good many of the thoughts of America.
When these dominant narratives become so deeply embedded in a society, Le Guin suggests, even those whom they oppress end up internalizing them. (I think of James Baldwin, who observed in his terrific conversation with Nikki Giovanni: “What the world does to you, if the world does it to you long enough and effectively enough, you begin to do to yourself. You become a collaborator, an accomplice of your own murderers, because you believe the same things they do.”)
Phillis Wheatley
In turning to the subject of resistance to oppression, Le Guin invokes the memorable words of the poet and onetime slave Phillis Wheatley, who wrote in 1774:
“In every human Breast, God has implanted a principle, which we call Love of Freedom; it is impatient of Oppression, and pants for Deliverance.”
Le Guin considers the discomfiting paradox at the heart of this abiding truth:
- All that is good in the institutions and politics of my country rests on it.
- And yet I see that though we love freedom we are mostly patient of oppression, and even refuse deliverance.
- I see a danger in insisting that our love of freedom always outweighs whatever force or inertia keeps us from resisting oppression and seeking deliverance.
- If I deny that strong, intelligent, capable people will and do accept oppression, I’m identifying the oppressed as weak, stupid, and inept.
- If it were true that superior people refuse to be treated as inferiors, it would follow that those low in the social order are truly inferior, since, if they were superior, they’d protest; since they accept an inferior position, they are inferior. This is the comfortably tautological argument of the slave owner, the social reactionary, the racist, and the misogynist.
In a counterpoint to Kierkegaard’s ideas about the power of the minority, Le Guin reality-checks the distribution of power throughout human history:
The ruling class is always small, the lower orders large, even in a caste society. The poor always vastly outnumber the rich. The powerful are fewer than those they hold power over. Adult men hold superior status in almost all societies, though they are always outnumbered by women and children. Governments and religions sanction and uphold inequality, social rank, gender rank, and privilege, wholly or selectively.
Most people, in most places, in most times, are of inferior status.
And most people, even now, even in “the free world,” even in “the home of the free,” consider this state of affairs, or certain elements of it, as natural, necessary, and unchangeable. They hold it to be the way it has always been and therefore the way it must be. This may be conviction or it may be ignorance; often it is both. Over the centuries, most people of inferior status have had no way of knowing that any other way of ordering society has existed or could exist — that change is possible. Only those of superior status have ever known enough to know that; and it is their power and privilege that would be at stake if the order of things were changed.
But beyond the truism that those in power are better equipped to stay in power, Le Guin argues that there is a larger failure of moral imagination keeping oppressive power structures in place.
She writes:
We have good reason to be cautious, to be quiet, not to rock the boat. A lot of peace and comfort is at stake. The mental and moral shift from denial of injustice to consciousness of injustice is often made at very high cost.
[…]
The last words of the Mahabharata are, “By no means can I attain a goal beyond my reach.” It is likely that justice, a human idea, is a goal beyond human reach. We’re good at inventing things that can’t exist.
Maybe freedom cannot be attained through human institutions but must remain a quality of the mind or spirit not dependent on circumstances, a gift of grace…
My problem with it is that its devaluation of work and circumstance encourages institutional injustices which make the gift of grace inaccessible. A two-year-old child who dies of starvation or a beating or a firebombing has not been granted access to freedom, nor any gift of grace, in any sense in which I can understand the words. We can attain by our own efforts only an imperfect justice, a limited freedom. Better than none. Let us hold fast to that principle, the love of Freedom, of which the freed slave, the poet, spoke.
Echoing Susan Sontag’s assertion that “courage is as contagious as fear,” Le Guin considers the irreversible Rube Goldberg machine of awareness and action through which injustice is confronted and countered:
The shift from denial of injustice to recognition of injustice can’t be unmade. What your eyes have seen they have seen. Once you see the injustice, you can never again in good faith deny the oppression and defend the oppressor. What was loyalty is now betrayal. From now on, if you don’t resist, you collude. But there is a middle ground between defense and attack, a ground of flexible resistance, a space opened for change. It is not an easy place to find or live in.
Reflecting on Audre Lord’s assertion that one can’t dismantle the master’s house with the master’s tools, which Le Guin considers a “rich and dangerous” metaphor, she writes:
Power not only corrupts, it addicts. Work becomes destruction. Nothing is built. Societies change with and without violence. Reinvention is possible. Building is possible. What tools have we to build with except hammers, nails, saws — education, learning to think, learning skills?
In a sentiment that calls to mind the great cellist Pau Casals’s wonderful notion of making this world worthy of its children, Le Guin adds:
Are there indeed tools that have not been invented, which we must invent in order to build the house we want our children to live in? Can we go on from what we know now, or does what we know now keep us from learning what we need to know? To learn what people of color, the women, the poor, have to teach, to learn the knowledge we need, must we unlearn all the knowledge of the whites, the men, the powerful?
The most powerful such tool, Le Guin argues, is the imagination — the ability and willingness to imagine alternatives to reality as we know it, which is always the first step toward making different and better realities possible. She points to storytelling as the most powerful use of the imagination in expanding our scope of the possible:
Utopia, and Dystopia, are intellectual places. I write from passion and playfulness. My stories are neither dire warnings nor blueprints for what we ought to do. Most of them, I think, are comedies of human manners, reminders of the infinite variety of ways in which we always come back to pretty much the same place, and celebrations of that infinite variety by the invention of still more alternatives and possibilities.
[…]
To me the important thing is not to offer any specific hope of betterment but, by offering an imagined but persuasive alternative reality, to dislodge my mind, and so the reader’s mind, from the lazy, timorous habit of thinking that the way we live now is the only way people can live. It is that inertia that allows the institutions of injustice to continue unquestioned.
Fantasy and science fiction in their very conception offer alternatives to the reader’s present, actual world. Young people in general welcome this kind of story because in their vigor and eagerness for experience they welcome alternatives, possibilities, change. Having come to fear even the imagination of true change, many adults refuse all imaginative literature, priding themselves on seeing nothing beyond what they already know, or think they know.
In a sentiment evocative of Susan Sontag’s beautiful thoughts on storytelling and what it means to be a moral human being, Le Guin considers the task of imaginative storytelling and its ultimate reward:
The exercise of imagination is dangerous to those who profit from the way things are because it has the power to show that the way things are is not permanent, not universal, not necessary. Having that real though limited power to put established institutions into question, imaginative literature has also the responsibility of power. The storyteller is the truthteller.
[…]
We will not know our own injustice if we cannot imagine justice. We will not be free if we do not imagine freedom. We cannot demand that anyone try to attain justice and freedom who has not had a chance to imagine them as attainable.
Source: www.brainpickings.org
Ursula K. Le Guin’den, hayali hikaye anlatıcılığının mümkün olana dair algımızı nasıl genişlettiği üzerine – Maria Popova
“Adaleti hayal edemezsek içinde yaşadığımız adaletsizliği göremeyiz. Özgürlüğü hayal etmezsek özgür olamayız. Adalet ve özgürlüğü erişilebilir şeyler olarak hayal etme şansı hiç olmamış insanlardan adalet ve özgürlüğe ulaşma çabası bekleyemeyiz.”
brainpickings.org
Ursula K. Le Guin’den iktidar, baskı, özgürlük ile hayali hikaye anlatıcılığının mümkün olana dair algımızı nasıl genişlettiği üzerine
Maria Popova
Olağanüstü Nobel Ödülü konuşmasında, “her zaman taraf tutmalıyız” demişti Elie Wiesel. “Tarafsızlık ezene yarar, kurbana yaradığı hiç olmamıştır. Susmak işkenceciyi cüretlendirir, işkence görene asla cesaret vermez.” Ancak insanlık trajedisi, bir yanıyla, bir haksızlık gördüğümüzde, tüm iyi niyetlerimize ve ateşli ideallerimize rağmen, ister ikbal kaygısıyla, ister fark yaratabileceğimize inançsızlığımızdan, isterse de ruhun en zehirli zaafı olan iki başlı kinizm ve apati yılanı yüzünden, kendimizi sık sık tarafsızlıkla yatıştırmamızdadır. O halde, bu denli ustaca rasyonalize ettiğimiz bu pasiflikten kendimizi nasıl kurtaracağız? “Bir yerdeki haksızlığın her yerde adalete tehdit oluşturduğunu” nasıl hatırlayacağız; moral cüret ve hayalgücü ile bu farkındalığa nasıl ereceğiz?
Ursula K. Le Guin‘in (d. 21 Ekim 1929), “The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination” (Akıldaki Dalga: Yazar, Okur ve Hayalgücü Üzerine Konuşma ve Makaleler) (halk kütüphanesi) – Le Guin’in cinsiyet, halk kütüphanelerinin kutsallığı, gerçek insan sohbetinin sihri ve güzelliğin gerçekten ne anlama geldiği gibi eklektik meseleler üzerine berrak akıllı, parlak yürekli bilgelik hazinesi – içindeki birçok muhteşem makaleden birinde bu konuyu ele alır.
ursulakleguin_benjaminreedBenjamin Reed’in objektifinden Ursula K. Le Guin
Le Guin, “baskı, devrim ve hayalgücü üzerine, aralıklarla kaleme alınmış bazı düşünceler” dediği “A War Without End” (Sonu Olmayan Savaş) başlıklı yüceltici ve memnun edici şekilde sinir bozucu makalesinde şöyle yazıyor:
Ülkem bir devrimde birleşti, bir diğeriyle neredeyse dağıldı.
İlk devrim asap bozucu, aptal ama görece hafif toplumsal ve ekonomik sömürüye karşı bir protesto idi. Neredeyse tamamen başarılı oldu.
İlk devrimi gerçekleştirenlerin birçoğu, en uç ekonomik sömürü ve toplumsal baskı biçimlerinden birçoğunu uygulayanlar, yani köle sahipleriydi.
İkinci Amerikan devrimi, yani İç Savaş, kölelik düzenini korumaya dönük bir girişimdi. Kısmen başarılı oldu. Kölelik düzeni yıkıldı ama Amerikan düşüncesinin epeycesi halen efendi aklından ve köle aklından oluşuyor.
Le Guin, egemenlerin anlatılarının, bir topluma bu denli derin yerleşmesinin, sonunda ezilenlerin bile onları içselleştirmesi sonucunu doğuracağını söylüyor. (Nikki Giovanni ile müthiş sohbetinde şu gözlemlerde bulunan James Baldwin geliyor aklıma: “Dünyanın size ettiğini, eğer dünya bunu size yeterince uzun süre ve etkili şekilde yaparsa, kendi kendinize yapmaya başlarsınız. Bir işbirlikçi, kendi katillerinizin suç ortağı haline gelirsiniz, çünkü onlarla aynı şeylere inanırsınız.”)
philliswheatleyPhillis Wheatley
Le Guin, direnişten baskı konusuna geçerek, bir zamanlar köle olan şair Phillis Wheatley’in 1774’te yazdığı ve hafızalarda yer eden sözlerini anımsatır: “Tanrı, her insanın Göğsüne, bizim Özgürlük Sevgisi dediğimiz bir prensip yerleştirmiştir; Baskıya dayanamaz ve Kurtulmak için yanıp tutuşur.” Le Guin, bu ebedi hakikatin kalbindeki sinir hoplatan paradoksu ele alır:
Ülkemin kurumlarında ve siyasetinde iyi olan ne varsa ona [özgürlüğe] dayanıyor.
Ve yine de görüyorum ki, özgürlüğü sevsek de çoğu zaman baskıya sabrediyor ve hatta kurtulmayı reddediyoruz.
Özgürlük sevgimizin, bizi baskıya direnip kurtuluşu aramaktan alıkoyan her türlü güç ya da atalete daima ağır basacağında ısrar etmekte bir tehlike görüyorum.
Güçlü, akıllı ve ehil insanların baskıyı kabul edeceklerini ve ettiklerini inkar edersem, ezilenleri zayıf, aptal ve yetersiz olarak tanımlamış olurum.
Üstün insanların aşağılanmayı reddettiği doğru olsaydı, toplumsal düzende altta olanlar gerçekten de aşağı insanlar olurlardı, çünkü üstün olsalardı, itiraz ederlerdi; aşağı bir konumu kabul ettikleri için aşağı insanlar olmalıydılar. Bu mantık, köle sahibinin, gericilerin, ırkçıların ve kadın düşmanlarının kullanışlı totolojisidir.
Kierkegaard’ın azınlığın gücü konusundaki fikirlerine karşı Le Guin, insanlık tarihi boyunca iktidarın dağılımı üzerinden bir hakikat sağlaması yapar:
Egemen sınıf daima azdır, kast toplumunda bile, az olan kalabalığa hükmeder. Yoksullar daima varsıllardan kalabalıktır. Güçlüler, hükmettiklerinden azdırlar. Yetişkin erkekler, kadın ve çocuklardan daima daha az sayıda olmalarına rağmen, neredeyse tüm toplumlarda üstün konumdadırlar. Hükümetler ve dinler, eşitsizliği, sosyal statüleri, cinsiyet statülerini ve ayrıcalıkları tamamen veya seçici olarak onaylayıp sürdürürler.
Çoğu insan, çoğu yerde, çoğu zaman, aşağı konumdadır.
Ve çoğu insan, bugün bile, “özgür dünyada”, “özgürlüğün anayurdunda” bile, bu durumu veya bunun belirli unsurlarını doğal, gerekli ve değiştirilemez kabul eder. “Böyle gelmiş, böyle gider,” der. Bu, kanaat de olabilir cehalet de; çoğu zaman ikisi birliktedir. Yüzyıllar boyunca, alt statüden çoğu insan, toplumsal düzenin başka bir şeklinin var olduğu veya olabileceği ve değişimin mümkün olduğu konusunda bir bilgiye erişme şansına sahip olmamıştır. Bu bilgiyi ve düzen değişirse riske girecek olanın kendi iktidarları ve ayrıcalıkları olduğunu, sadece üstün konumda olanlar bilmiştir.
Fakat iktidar olanların iktidarda kalmak için daha donanımlı olduklarına dair malumatfuruşluğun ötesinde, Le Guin, moral hayalgücü eksikliğinin baskıcı iktidar yapılarını ayakta tutma konusunda daha büyük bir rol oynadığını savunur. Şöyle der:
Ayağımızı denk almak, sessiz kalmak, tekneyi sallamamak için sağlam nedenlerimiz var. Epeyce huzur ve konfor mevzubahis. Aklen ve moral olarak, haksızlığın inkarından haksızlığın farkındalığına geçmenin çoğu zaman çok yüksek bir bedeli var.
[…]
Mahabharata’nın son sözleri şöyle: “Elimde olanın ötesindeki bir ülküye ulaşamam.” Bir insan ideası olan adaletin, insanın erişiminin ötesinde bir ülkü olması muhtemeldir. Olmayacak şeyler icat etme konusunda iyiyiz.
Özgürlük, insan yapısı kurumlar üzerinden elde edilemeyebilir ama aklın ve ruhun koşullarla bağlı olmayan bir niteliği, bir lütuf olarak kalmaya devam etmelidir… Onunla ilgili derdim, çalışmaya ve koşullara bağlı olarak yaşadığı değer yitiminin, kurumsal adaletsizlikleri cesaretlendirmesi ve lütfu erişilemez kılması. İki yaşında açlıktan, dayaktan ya da bombardımanda ölen bir çocuğa, benim anlayabileceğimiz sözler dahilinde hiçbir şekilde, ne özgürlüğe erişme şansı ne de herhangi bir lütuf verilmiştir. Kendi çabalarımızla ancak kusurlu bir adalete, sınırlı bir özgürlüğe ulaşabiliriz. Ama hiç yoktan iyidir. İlkelerimize, azat olmuş kölenin, şairin konuştuğu Özgürlük sevgimize tutunalım.
Susan Sontag’ın “cesaret de korku kadar bulaşıcıdır” sözlerini anımsatan Le Guin, adaletsizlikle yüzleşilen ve ona meydan okunan geri dönüşsüz bir “Zihni Sinir farkındalık ve eylem makinesi” düşünür:
Adaletsizliğin inkarından kabulüne geçişin geri dönüşü yoktur. Gözünüz açılmıştır bir kere. Adaletsizliği bir kez gördükten sonra, bir daha asla samimi bir şekilde baskıyı inkar edemez ve ezeni savunamazsınız. Bir zamanlar sadakat olan artık ihanet haline gelmiştir. O vakitten sonra direnmezseniz iştirak etmiş olursunuz. Ama savunma ile saldırı arasında bir orta yol, bir esnek direniş zemini, değişime açık bir alan da mevcuttur. Bulunması ve yaşanması kolay bir alan değildir.
harveymilk11Öldürülen LGBT hakları savunucusunun resimli biyografisi The Harvey Milk Story‘den bir illüstrasyon
Audre Lord’un “insan efendisinin evini efendinin aletleriyle yıkamaz” sözlerini “zengin ve tehlikeli” bir metafor diyerek hatırlatan Le Guin şöyle yazar:
İktidar yalnızca çürütmez, bağımlılık da yapar. Çalışmak yıkımın kendisi haline gelir. Hiçbir şey kendiliğinden inşa edilmez. Toplumlar şiddetle veya şiddetsiz değişir. İnşa etmek mümkündür. Çekiç, çivi, testere dışında hangi aletlerle inşa etmeliyiz – eğitim, düşünmeyi öğrenmek, beceriler edinmek?
Büyük çellist Pau Casals’ın “bu dünyayı çocuklarına layık hale getirmek” diyerek dile getirdiği harika düşünceyi akla getirerek şöyle devam eder:
Çocuklarımızın içinde yaşamasını istediğimiz evi inşa etmek için icat etmek zorunda olduğumuz ve icat edilmemiş aletler gerçekten var mı? Şu an bildiklerimizden yola çıkabilir miyiz yoksa bildiklerimiz bizi bilmemiz gerekenlerden uzak mı tutuyor? Beyaz olmayanların, kadınların, yoksulların öğretmek zorunda olduklarını öğrenmek için, ihtiyacımız olan bilgileri öğrenmek için, beyazların, erkeklerin ve güçlülerin tüm bilgilerini unutmamız mı gerekli?
Le Guin’e göre bu aletlerin en güçlüsü hayalgücüdür – bildiğimiz gerçekliğe alternatifler hayal etme kabiliyeti ve isteği; ki farklı ve daha iyi gerçeklikleri olası kılmaya doğru atılan ilk adımdır. Hikaye anlatıcılığının, mümkün olana dair algımızı genişletmede en güçlü hayalgücü kullanımı olduğuna işaret eder:
Ütopya, ve Distopya da, entelektüel yerlerdir. Tutkuyla ve oyuncu bir ruhla yazarım. Hikayelerim ne acı uyarılar ne de ne yapmamız gerektiğine dair kılavuzlardır. Birçoğu, bana göre insanlık halinin komedisi, sonsuz çeşitlilikte dönüp dolaşıp, her zaman nasıl da az çok aynı yere geldiğimizin hatırlatıcısı ve o sonsuz çeşitliliğin gene de daha fazla alternatif ve olasılığın icadıyla kutlanmasıdır.
[…]
Bana göre önemli olan, belirli bir iyileşme umudu sunmak değil, hayal ürünü ama ikna edici bir alternatif gerçeklik sunarak kendi aklımı, böylelikle de okuyucunun aklını, şu anki yaşayış şeklimizin insanların yaşayabileceği tek yol olduğuna dair tembel ve ürkek düşünme alışkanlığından kurtarmaktır. Adaletsiz düzenin sorgusuz sualsiz devam etmesine izin veren bu atalettir çünkü.
Fantezi ve bilimkurgu, özünde okuyucunun mevcut, gerçek dünyasına alternatifler sunarlar. Genç insanlar, yaşama arzuları ve deneyim açlıkları ile alternatifleri, olasılıkları ve değişimi kucakladıklarından, genellikle bu tür hikayelere sıcaktırlar. Gerçek değişimin hayalinden bile korkar hale gelmiş birçok yetişkin, zaten bildiklerinin ya da bildiklerini düşündüklerinin ötesinde hiçbir şey görmedikleriyle övünerek, tüm hayali edebiyatı reddeder.
Le Guin, Susan Sontag’ın hikaye anlatıcılığına ve ahlaklı bir insan olmanın ne demek olduğuna dair güzel düşüncelerini anımsatarak, hayali hikaye anlatıcılığı meşgalesi ile onun getirdiği nihai ödülü şöyle değerlendirir:
Hayalgücü alıştırması yapmak, işlerin gidişatından fayda sağlayanlar için tehlikelidir çünkü hayalgücü, işlerin mevcut gidişatının daimi olmadığını, evrensel olmadığını ve gerekli de olmadığını gösterme gücüne sahiptir. Kurulu düzeni sorgulatma konusundaki o gerçek ama sınırlı güce sahip olan hayali edebiyat, aynı zamanda gücün sorumluluğuna da sahiptir. Hikaye anlatıcısı hakikat anlatıcısıdır.
[…]
Adaleti hayal edemezsek içinde yaşadığımız adaletsizliği göremeyiz. Özgürlüğü hayal etmezsek özgür olamayız. Adalet ve özgürlüğü erişilebilir şeyler olarak hayal etme şansı hiç olmamış insanlardan adalet ve özgürlüğe ulaşma çabası bekleyemeyiz.
Adını Virginia Woolf’un bilinç metaforundan alan ve okuduğum en zihin açıcı ve tekrar tekrar okumaya değer kitap olmayı sürdüren, kesinlikle vazgeçilmez The Wave in the Mind‘ın bu özel bölümünü, karakter gücünün geliştirilmesi konusunda Albert Camus, moral hayalgücümüze dair umudun temelleri konusunda Rebecca Solnit ve hikayelerin bizi nasıl değiştirebileceği konusunda Neil Gaiman ile birleştirin, sonra da Le Guin’in yazmak üzerine tavsiyesine bir daha dönün.
Çeviri: Serap Güneş
Category: Deneme, Köşe Yazıları, Toplum